20 Eylül 2004

ETİKET SOLCULUĞU VE EŞİTLİK-ÖZGÜRLÜK ÇATIŞMASI

ile Emrah Konuralp
Share
  1. yüzyılın sonlarıydı… Avrupa’da geniş kitleler “özgürlük-eşitlik-kardeşlik” diye ortalığı kasıp kavuruyorlardı. Sonunda başarıya ulaştılar; ama biraz ünlemli bir başarıya… 1789, Fransız Devrimi, kentsoyluların ruhban sınıfına, yönetici sınıfa, aristokrasiye karşı kazandığı büyük bir zafer oldu. Kökleri 13., 14., 15. yüzyıllara, hatta belki de antik Yunan’a uzanan bir ideoloji olan liberalizm artık zaferine ulaşarak doğal, genel-geçer hakları (özgürlük-eşitlik-mülkiyet…) artık uygulama olanağı buldu. Fakat ilginç bir manevrayla liberaller bu hakları soyutladılar, örtülü bir ikiyüzlülükle bu değerlerin içini boşalttılar. Biri hariç: özel mülkiyet hakkı! Özgürlük ve eşitlik, mülkiyet hakkının kılıfıydı liberaller için.

Liberaller, yavaş yavaş güç kazanmaya başlayan işçi sınıfından ve toplumun diğer kesimlerinden gelen eşitlik taleplerine karşı ustaca direndiler. Üstüne üstlük, yüzyıllardır karşı mücadele verdikleri ruhban sınıfı ve aristokrasi ile işbirliği yapmaya başladılar. Fransız Devrimi’nin ardından bu devrimin ortaya koyduğu değerlere bir tepki olarak ortaya çıkan ve İngiliz düşünür ve devlet adamı Edmund Burke’ün öncüsü olduğu muhafazakar gelenekle liberaller, ortak düşmanlarına, yani işçi sınıfına karşı omuz omuza mücadele vermeye başladılar. Üstelik geçmişteki düşmanlıklarını bir çırpıda unutarak…

Fransız Devrimi’ne kadar devrimci bir sınıf olan kentsoylular, artık gittikçe tutuculaşmaya, elde ettikleri kazanımları koruma derdine düşmeye başladılar. Fransız Devrimi öncesi liberalizm, evrensel değerleri savunan gerçek liberalizmdi. Devrim sonrası liberalizmi ise, tutuculaşan bir “liberalizm”.

Aslında geçmişteki bu çelişkinin özünde bir anlayış ve yöntem çarpıklığı yatıyor: Eşitlik mi özgürlükle; yoksa özgürlük mü eşitlikle gelir? İki anlayış arasındaki fark, birinin biçimselci, üstyapısal bir pencereden bakması; diğerininse ekonomik-sosyal gerçeklikten ve altyapıdan bakması. Oysa, üstyapıda istediğiniz kadar eşitlik sağlamaya çalışın, boşuna… Eğer altyapıda eşitliğin koşullarını oluşturmadıysanız eşitlik asla gerçeklik kazanamayacaktır. Bireylere üstyapıda sınırsız özgürlükler tanıyın… Bu özgürlüğün sonunda “işte eşitsiniz” dediğinizde, acaba gerçekten eşit bir sonuçla mı karşılaşacaksınız? Onun yerine altyapıda eşitliği sağlayıp, üstyapıda gerçek özgürlüğün oluşmasının önünü açmak daha mantıklı değil mi?

Bugün ise bazı etiket solcuları kendilerine özgürlükçü sosyalist demeye başladılar. Neyin özgürlüğü? Devleti yıkmanın özgürlüğü, bölücülük çalışmalarının özgürlüğü, ulusal değerlere saldırmanın özgürlüğü… Böylesine özürlü bir özgürlük anlayışı olabilir mi? Bizim etiket solcuları söz konusu ise olur. Artık etiketin altını görme zamanı… Halktan habersiz, halktan kopuk, halkı hor gören salon solculuğunun etiketten ibaret olduğu bugün oldukça açıktır.

Tabii, sosyalizmden kimin ne anladığı da bir tartışma konusu. Ama sosyalizmden herhalde liberalizm çıkarmak veya onu liberalizmin kız kardeşi sanmak olası değil. Her şeyden önce sosyalizm, topluma ve onu oluşturan yapılara özel önem verir. Liberalizm ise bu yapıları yıkıp yerine tam serbestiyi getirmek ister. Liberalizmle sosyalizmi yan yana getirerek “diyalektik” yaptığını sananlar, ancak diyalektik yaptıklarını sanmakla kalırlar. Biri tez, diğeri antitez, peki hani sentez? Sentez, iki sözcüğü bir araya getirmekle yapılmaz. Kaldı ki, bu sentezi geçmişte Batılı demokratik sosyalistler yapmışlardı. Onların sentezini beğenmeyip moda bir sentez isteyenler işte böyle komik duruma düşerler.

Toplumsal alana önem vermek, kaçınılmaz olarak özgürlüklerden bir ölçüde fedakarlık etmeyi gerektirir. Toplum ve devlet, insanların gönüllü olarak bir araya gelerek ve ortak istençleriyle kimi özgürlüklerinden vazgeçerek oluşturdukları bir sosyal anlaşmanın ürünüyse, ortak yaşamı tehdit eden özgürlüklerin sınırlandırılması da doğal değil mi? Bu sınırları kaldırmak demek, bu sosyal anlaşmayı da kaldırmak demek değil mi?

Sosyalizmde örneğin, birin veya bir kesimin diğer birini veya diğer bir kesimi sömürmesi özgürlüğü diye bir şey yoktur. Sosyalizmde özgürlüğün kesin sınırları vardır. Aşırı özgürlükler içinde sosyalizmin öngördüğü birliktelik, ve daha önemlisi, toplumsal dayanışma sağlanamaz.

Eşitlik, özgürlüğün ön koşuludur. Eşitliksiz bir toplumda, toplumun alt katmanlarının üst katmanlardan daha az özgür olduğu yadsınamaz bir gerçektir. O halde adaletli bir eşitliği toplumun tüm katmanlarını kapsayacak biçimde yaşama geçirmek için yeterli istenç gösterilmelidir.

Anayasal olarak devlet, sosyal adaleti sağlamakla yükümlü… Fırsat ve olanak eşitliğine, sosyal adalete, hakça paylaşıma gereksinim var. Gereksinmeleri, yükümlülüklerle birleştirerek anlamlı ve bir o kadar da geçerli bir programla solun öz hedefleri, insanlığın gerçek değerleri kararlılıkla yaşama geçirilmelidir.

Bunu ne kavram bunalımı içindeki bazı solcular, ne de ortaya çıkış ülkülerine bile sahip çıkmayan liberaller başarabilirler. Ulusunun değerleriyle barışık, halkının sorunlarının bilincinde, ülkesinin koşullarını dikkate alan yerli bir sol anlayıştan başkası değil tarif ettiğimiz… Solun evrensel değerlerine sahip çıkmakla ulusal olmayı çelişki olarak görmeyen bir sol…

Çelişki değil, çözüm üreten sol…

İşte inandığımız, bağlandığımız Demokratik Sol.