DEMOKRATİK SOL HAREKET
-
Demokratik Sol Hareket’in Tarihçesi
-
Bir İdeoloji Olarak Demokratik Sol
SUNUŞ
Demokratik Sol Parti Okulu’nda 20-26 Haziran 2005 tarihleri arasında “Etkileşimli –Uygulamalı Siyaset Dersleri” verildi.
Programın ilk iki gününde Demokratik Sol Hareket’in tarihi ve temel ilkeleri ayrıntılı bir içerikte anlatıldı. Programda ayrıca, iç ve dış politikalara ilişkin özlü değerlendirmeler yapıldı.
Çoğunluğunu üniversiteli gençlerin oluşturduğu katılımcılar programı ilk gününden son gününe kadar ilgiyle izlediler. Bu ilk programdan edindiğimiz izlenim, bize yeni etkinlikler düzenleme yönünde cesaret verdi.
Program sırasında, gençler arasında DSP’ye yönelen bir ilginin varlığını bire bir gözlemleme olanağı bulduk. Birçok katılımcının bundan sonraki etkinliklerimize ve parti çalışmalarımıza da katılmak ve katkı vermek istediklerini dile getirmeleri hem bizleri, hem de başta Genel Başkanımız Sayın Zeki Sezer olmak üzere bizlere bu olanağı sağlayan parti yöneticilerimizi son derecede memnun etti.
Katılımcıların, programdan haberi olup da katılma olanağı bulamayanların ve örgütlerimizin yoğun isteği üzerine “Demokratik Sol Hareket’in Tarihçesi” ve “Bir İdeoloji Olarak Demokratik Sol” konuları kitaplaştırıldı.
Genel Başkanımız ve diğer Genel Merkez yöneticilerimizle programımıza katılan gençlere ve konuşmacı olarak katkı verenlere teşekkür ederiz.
DSP Genel Merkezi adına EMRAH KONURALP
Demokratik Sol Hareket’in Tarihçesi
Demokratik Sol, Bülent Ecevit’in kurucusu ve kuramcısı olduğu, kökü 1960’larda işçi hakları için verilmiş ve kazanılmış mücadeleye dayanan, köylü kesiminin kalkındırılmasını, halkın siyasal ve ekonomik gücünün, refahının yükseltilmesini, böylece demokrasiye her alanda gerçeklik kazandırılmasını amaçlayan, Türkiye’ye özgü sol hareketin adıdır.
Demokratik Sol Hareket’in geçmişini incelerken 60’lardan günümüze kadar olan sürece özel önem vermek gerekiyor. Fakat 60 öncesi dönemi, yani bu hareketin oluşmasına esin kaynağı olan bazı tarihsel gelişmeleri de bir ölçüde değerlendirmek, hatta Osmanlı’nın son dönemine –özellikle Mithat Paşa’ya- dek inmek gerekecektir.
O nedenle, biz bu incelemede Demokratik Sol Hareket’in geçmişini şu devirlere ayıracağız: 60 öncesi gelişmeler, 60-70 dönemi, 70-80 dönemi, 80-90 dönemi, 90-2005 dönemi. Bu bölümde doğrudan ideolojiyi anlatmak yerine siyasal olayları inceleyeceğiz.
60 ÖNCESİ GELİŞMELER
Bülent Ecevit’e göre Osmanlı Devleti’nin son döneminde, yani 19. Yüzyıl’da, yenilikçi harekete önderlik edenler, daha çok ordunun, rejimin, kamu yönetiminin ve eğitimin çağdaşlaşmasına, hukuk düzeninin değişmesine ağırlık vermişlerdir. Bunlar kuşkusuz önemli gelişmelerdir. Fakat ekonomik koşullar, halkın sosyal ve ekonomik durumunda değişiklik yapma gerekliliği büyük ölçüde gözardı edilmiştir.
Mithat Paşa Dönemi
O yüzden gerçek anlamda katılımcı ve çoğulcu demokratik bir yapı oluşturulması konusunda hâlâ sıkıntı yaşanmaktadır. Oysa, Osmanlı yenilikçileri arasında çok özel bir örnek vardır: Mithat Paşa… Ekonomiye ve halk örgütlenmesine de gereken önemi veren özel bir örnek Mithat Paşa. Bu nedenle, Ecevit, “Mithat Paşa Türk toplumunda ekonomik yapı değişikliğini ve demokratikleşme sürecini başlatanlardan biri olduğu gibi, sosyal demokrasinin öncüsü de sayılabilir” demiştir.
Mithat Paşa’nın hizmetlerinden, Türkiye toprakları dışındaki bazı bölgeler yararlanabilmişlerdir. Çünkü Mithat Paşa projelerini ancak bugünkü Türkiye toprakları dışında uygulayabilmiştir. Ecevit, şu değerlendirmeyi yapıyor:
“Mithat Paşa, rejimi demokratikleştirme, yönetimi ve ekonomiyi çağdaşlaştırma, ve özellikle de halkı örgütleyip güçlendirme yolundaki atılımlarının bedelini çok ağır biçimde, hatta yaşamıyla ödemiştir. Üstelik hâlâ da bazı çevrelerce ağır biçimde suçlanmakta ve ölümünden yüzyılı aşkın bir süre sonra bile cezalandırılmaktadır.”
Kooperatifleşme
Mithat Paşa, Tuna Valiliği döneminde bu gölgede birçok reform gerçekleştirmiştir. Bülent Ecevit’in anlatımıyla Mithat Paşa’yı ve uygulamalarını ele almaya devam edelim:
“Mithat Paşa, en önemli reformlarından bazılarını Tuna Valiliği’nde gerçekleştirdi.
Köylerden başlayarak, demokratik bir yerel yönetim modeli oluşturdu. Kırsal alanda demokratik yönetimli yaygın ve güçlü bir kooperatifçilik hareketi başlatıp geliştirdi.
Böylece demokrasinin de temellerini atmış oluyordu. Üstelik işe demokrasinin ekonomik, sosyal ve kültürel koşullarını hazırlamakla başlıyordu.
Bu gibi konularda atılımları ve başarıları zamanla, Mithat Paşa’nın, cumhuriyet ilanı tasarladığı yollu kuşkular uyanmasına neden olacaktı. O yüzden de Saray’ın ve çevresinin tedirginliği büsbütün artacaktı.
Kooperatifleşen köylüleri egemen güçlerin ve tefecilerin baskısından ve sömürüsünden kurtarabilmek için, kooperatiflere maddi kaynak bulmak gerekiyordu. Devlet bunu sağlayabilecek durumda da sağlama eğiliminde de değildi. Osmanlı Devleti, saray için, ordu için, anıtsal yapılar için para harcamaya alışkındı; ama halk için para harcamaya alışmamıştı.
Mithat Paşa, bunun da çaresini, ‘Menafi ve Memleket
Sandıkları’ adları altında yardımlaşma kurumları oluşturmakta buldu. Böylelikle, tarımsal kredi düzeni başlatılmış ve Ziraat Bankası’nın da temeli atılmış oluyordu.
Fakat o zaman kadar sömürülen köylülerin bu sandıklara ayıracak paraları yoktu. Mithat Paşa buna şöyle bir çözüm getirdi: Kooperatif kurulan her köye, Hazine arazisinden imece geleneğiyle ortaklaşa değerlendirilecek topraklar ayırdı. Köylüler, kendi topraklarından elde ettikleri kazancı kendi bildikleri gibi değerlendiriyor; fakat ortaklaşa işledikleri toprakların gelirini sandıklarda biriktiriyorlardı. Sandıklarda biriken paralarla da köylülerin kredi gereksinmeleri karşılanıyor; ve daha verimli tarım işletmeciliği için gerekli altyapılar gerçekleştiriliyordu.
Böylece, Mithat Paşa, Tuna Valiliği ile, Osmanlı Devleti’nde tarımsal kredi düzenini oluşturan, kooperatifçiliği başlatan ve ulusal kaynaklara dayalı, tarıma ve köylüye yönelik bankacılığı başlatan kişi oldu.
Köylüden başlayan kalkınma
Almanya’nın kalkınmasında büyük rol oynayan “Raiffeisen”
kooperatifçilik hareketinin ilk tarım kredi kooperatifi 1862’de kurulmuştu. Ondan kısa bir süre sonra da, Mithat Paşa, Osmanlı topraklarının bir bölümünde, ilk tarım kredi kooperatifini kurdu.
Paşa’nın kurduğu kooperatifçilik ve tarımsal kredi düzeni, en az “Raiffeisen” hareketi kadar ileri ve demokratikti.
Oysa… Almanya’daki gelişmeler hakkında pek bilgisi de yoktu. O bakımdan, Mithat Paşa’nın Osmanlı topraklarından bir bölümünde kurduğu kooperatifçilik düzeni, “Raiffeisen” hareketiyle aynı zamana rastlamakta ve ona çok benzemekle beraber, aslında Mithat Paşa’nın kendi özgün buluşudur.
Kooperatifçiliğin ve kalkınmanın ancak teknik ve pratik eğitimle yürüyebileceğini gören Mithat Paşa, Tuna Valiliği sırasında, sanat ve meslek okulları da açmaya başladı. Böylece ekonomik amaçlı çağdaş teknik eğitimi Osmanlı topraklarında ilk başlatan devlet adamı oldu.
Mithat Paşa bunlarla da yetinmedi… Eğitimi daha yaygınlaştırmak ve güncel gelişmeler içinde eğitime dinamizm kazandırmak üzere, 1865 yılında, Rusçuk’ta bir basımevi kurdu; ve, ‘Tuna’ adlı, Türkçe ve Bulgarca bir gazete yayımlamaya başladı(…) Bu gazete ile, hem kamuoyunu iç ve dış olaylar hakkında aydınlatmaya, hem de halka ve yöneticilere, çağdaş eğitimin ve tekniğin önemini anlatmaya çalıştı.
O yoldan, yabancı kaynaklı yayınların ve Slavcı Rus propagandasının etkisini büyük ölçüde kırmayı da başardı.
Mithat Paşa, ilk tarım kredi kooperatifi için, şimdi Yugoslavya’nın Bulgaristan sınırına yakın bölgesinde bulunan ‘Pirot’ kasabasını seçmişti. Pirot’un o zamanki Türkçe adı ise ‘Şehirköy’dü.
Mithat Paşa’nın ilk tarım kredi kooperatifiyle ilgili yer seçimi şu açıdan ilginçtir: Giriştiği atılımlarla, belli ki, Mithat Paşa, köy ve kent ayırımını zamanla giderecek ve tarımsal gelişmeyi sınaileşmeye de dönüştürecek bir düzen öngörüyordu; ve, adından da anlaşılabileceği gibi, bunun için köylülükle kentliliği, tarımla sanayiyi, en azından el sanatlarını, bağdaştıran bir yer seçmişti.
(…)Böylece, Mithat Paşa, tam yüzyıl sonra Türkiye’de Demokratik Sol Hareket’le birlikte ortaya atılacak ‘köykent’ kavramının da ilk ışığını yakmış, hatta bir bakıma isim babalığını yapmış oluyordu. ‘Bir bakıma’ diyorum; çünkü Demokratik Sol Hareket’le birlikte ‘köykent’ projesi oluşturulduğunda, ‘köykent’le ‘şehirköy’ arasındaki isim benzerliğinin henüz farkına varılmamıştı.
1960’ların ortalarında başlayan Demokratik Sol Hareket’in benimsediği ‘köylüden başlayan kalkınma’ ve tarımsal gelişmeyle sınaileşmeyi birlikte yürütme ilkelerinin de öncülüğünü, Türkiye’deki bu gelişmelerden yüz yıl önce, Mithat Paşa yapmış oluyordu.
Mithat Paşa kalkınmanın fizik altyapısına büyük önem verdi. Üç buçuk yıllık Tuna Valiliği sırasında, bir yandan yerel kaynakları harekete geçirip kamu gelirlerini büyük ölçüde arttırırken, bir yandan da, İstanbul’a hiç yük olmaksızın, üç bin kilometrelik yol ve 1400 köprü yaptırdı.
Balkanlar’daki olağanüstü başarılarına karşın –veya o yüzden- saray, Çarlık Rusyası’nın baskıları karşısında Mithat Paşa’yı Tuna Valiliği’nden çekti.
Tarımsal vergi düzeni
1869’da Bağdat Valiliği’ne gönderildi. Geniş sulama olanaklarına karşın, bölgede tarımsal üretim çok düşüktü. Çünkü hem sulama olanaklarından gereğince yararlanılamıyordu, hem de Hazine topraklarını ekip biçen köylüler, elde ettikleri gelirin büyük bölümünü Devlet’e vermek zorunda oldukları için, çok güç durumdaydılar. Bu durumda, kimsenin, toprağa bakmak ve verimli tarım işletmeciliğine geçmek niyeti de olanağı da yoktu.
Irak’ta, ilk iş olarak, Mithat Paşa, Türkiye’de hâlâ yapılmayan bir şeyi, toprak reformunu gerçekleştirdi. Hakça böldüğü toprakları köylülere dağıttı. Bu toprakların zamanla varlıklı ve güçlü kişilerin eline geçmesini önleyici etkili önlemler aldı.
O arada ilginç bir vergi sistemi de oluşturdu. Dağıtılan toprakları, verimli işletmeciliğe geçilmesi durumunda gerçekleşebilecek üretim değeri olanaklarına (potansiyeline) göre vergilendirdi; ve bunu yaparken, bir yandan da, Tuna Valiliği’ndeki gibi bir kooperatifçilik ve tarımsal kredi düzeni kurarak, toprak sahibi kıldığı yoksul köylüleri, verimli tarım işletmeciliği için gerekli maddi olanaklara kavuşturdu.
Böylece köylüler, çiftçiler üretimlerini büyük ölçüde arttırarak, topraklarına biçilen vergiyi rahatça ödeyebildikleri gibi, kendi gelir düzeylerini de hızla yükselttiler. Hem köylünün hem de Devlet’in geliri yükselmiş oldu.
Mithat Paşa’nın Bağdat Valiliği sırasında oluşturduğu ve başarıyla uyguladığı tarımsal vergi düzenini, tam yüz yıl sonra, çağımızın ünlü bir ekonomisti, Nicholas Kaldor, gelişme sürecindeki başka ülkelere ve Türkiye’ye de önerecekti.
Bağdat Valiliği sırasında Mithat Paşa, Mezopotamya uyarlığını yeniden canlandırabilecek büyük sulama projelerine de girişti. Tarımda verimi o yoldan da arttırdı.
Hele Fırat ve Dicle nehirlerini birleştirmek üzere giriştiği proje, 20 bin hektarlık yeni alanın sulu tarıma açılmasını öngörüyordu.
Öte yandan, Mithat Paşa, Tuna Valiliği sırasında, Tuna Nehri’nde gemi taşımacılığı başlattığı gibi, Bağdat Valiliği sırasında da Fırat’la Dicle’yi gemi taşımacılığına elverişli duruma getirdi. Böylece, Anadolu’yu suyoluyla, bir yandan Avrupa’ya, bir yandan da Ortadoğu’ya bağlamış oluyordu.
Petrolün enerji kaynağı olarak değerinin dünyada yeni fark edilmeye başladığı bir sırada, Mithat Paşa, Irak petrolünü de işletmeye ve değerlendirmeye başladı. Bu amaçla, 1871 yılında, yani Amerika’da Petrol rafineleri kurulmaya başlanmasından hemen sonra, Irak’ta ilk Türk petrol rafinerisini kurdu.
Böylece, Mithat Paşa çağdaş ekonomik örgütlenmeyi ve işletmeciliği, çağdaş taşımacılığı ve çağdaş teknolojileri Batı’daki ilk uygulamalarıyla hemen hemen aynı zamanda, hem de ekonomik, sosyal ve kültürel altyapılarıyla birlikte, Osmanlı topraklarının bazı bölümlerine aktarmış; hatta bazen kendi özgün buluşları olarak uygulamış; bazen de, Irak’taki toprak vergisi reformunda olduğu gibi, bazı reformları çağımız dünyasından yüzyıl önce başlatmış oluyordu.
Bunun bir kanıtı da Sayın Turgut Özal’ın kendi buluşu sandığı ‘yap-işlet-devret’ modelidir. Bu modelin(…) en belirgin örneğini ise, ömrünün sonuna doğru, Aydın Valiliği sırasında 140 Kilometrelik İzmir-Alaşehir demiryolu projesiyle vermiştir.
Kısacası, Mithat Paşa ile Osmanlı Devleti, onun Valilik yaptığı yerlerden bir çoğunda, ekonomide çağı yakalıyordu; ama aynı Devlet, Mithat Paşa’yı engellemekle ve öldürmekle, çağı daha yakalarken, elinden kaçırmış oldu.”
Bu konuda ayrıntılı bilgi edinmek isteyenler, Bülent Ecevit’in, “Mithat Paşa ve Türk Ekonomisi’nin Tarihsel Süreci” adlı kitabına başvurabilirler. Mithat Paşa üzerinde bu denli durmamızın nedeni aslında oldukça açık: Türk tarihinde halkın örgütlenmesine ve bilinçlenmesine, ekonomik koşullarının değişmesine yönelik çalışmalar yapan önderlerin sayısı yok denecek kadar azdır. Bu nedenle, Mithat Paşa’nın o dönemde hedeflediği, özlemini çektiği, gerçekleştirmeye çabaladığı hakça ve özgür bir düzenin bugünkü savunucusu olan bir hareketin, Demokratik Sol’un, esin kaynaklarından birini şükranla ve rahmetle anıyoruz.
Cumhuriyet Dönemi
Cumhuriyet ilanı ile Türkiye’de üstyapıda gerçekleştirilmeye başlanan değişim ve bu değişime yön veren ilkeler de Demokratik Sol Hareket ile birlikte günün koşullarına ve değişen dünya gerçeklerine göre yeniden ele alınmaya başlanmış, ve üstyapıdaki değişim altyapıda da değişim sürecine hız vererek gerçekçi ve kalıcı bir temele oturtulmaya çalışılmıştır.
Bu noktada Demokratik Sol Hareket’in Atatürk’e ve onun devrimine bakışını incelemekte yarar var. Fakat şu aşamada biz, sadece bu devrimin niteliğine, temel ilkelerinin anlamlarına, amaçlarına değineceğiz.
Sürekli devrimcilik
Burada altyapıdan kastettiğimiz halkın içinde yaşadığı ekonomik koşullardır. Üstyapı devrimi ise hukuksal, kültürel düzeyde bir değişimi amaçlar. O nedenle Cumhuriyet Devrimi, örneğin şapka kanunu, ölçü birimlerinin, alfabenin değiştirilmesi, soyadı kanunu, tevhid-i tedrisat kanunu gibi düzenlemelerle üstyapıda birçok köklü değişimi başarmıştır. Fakat halkın, özellikle kırsal kesimde yaşayanların ekonomik ve toplumsal durumunda büyük bir değişim gerçekleşmemiştir. Bunu gerçekleştirmeye yönelik bir altyapı devrimi ise Atatürk’ün sağlığında hayata geçirilememiştir. Yani, Devrim tam olarak son bulmamıştır. O nedenle Atatürk, sürekli devam eden bir devrimcilik anlayışına sahiptir; “sürekli devrimcilik” anlayışına…
Bülent Ecevit, bu anlayışı şöyle açıklar:
“… Atatürk, Türk toplumunun evrim yoluyla değil, devrimci atılışlarla ilerlemesini öngörmüştü. Buna göre, Atatürk devrimciliği Atatürk’ün sağlığında yapılmış somut devrimlerle sınırlı kalmamakta, sürekli bir devrimcilik niteliğini kazanmaktadır.
Bu da Atatürk devrimciliğinin soyut yönüdür.
İnsan ancak Atatürk devrimciliğini her iki yönüyle, somut ve soyut yönleriyle benimserse gerçek bir Atatürk devrimcisi olabilir.
Kendilerini Atatürk’e bağlı sayan, su katılmamış devrimci sayan bazı kimseler vardır ki, yalnız Atatürk’ün somut devrimlerini benimserler. Böyleleri, aslında, devrimci değil, tutucudurlar.”
Köylünün ekonomik koşulları
Atatürk, yurdu düşmandan kurtaran, büyük bir yenileşme hareketine öncülük eden güçlü bir liderdi. Fakat o güçlü liderin bile düşündüğü, yapmak istediği, yapılmasının gerekliliğini dile getirdiği birçok düzenlemenin gerçekleştirilmesi için gereken gücü kendinde ve desteği çevresinde bulamadığı açıktır. Bunun en somut örneği, toprak reformu konusudur.
Atatürk, 1 Kasım 1936’da, “Toprak kanununun bir neticeye varmasını Kamutay’ın yüksek hizmetinden beklerim. Her Türk çiftçi ailesinin geçineceği ve çalışacağı toprağa malik olması behemahal lazımdır” diyordu.
1 Kasım 1937’de ise şöyle konuşuyordu:
“Memlekette topraksız çiftçi bırakılmamalıdır. Bundan daha önemli olan ise, bir çiftçi ailesini geçindirebilen toprağın, hiçbir sebep ve suretle, bölünemez bir mahiyet almasıdır. Büyük çiftçi ve çiftlik sahiplerinin işletebilecekleri arazi genişliği, arazinin bulunduğu memleket bölgelerinin nüfus kesafetine ve toprak verim derecesine göre sınırlamak lazımdır… Köyde ve yakın köylerde, müşterek harman makinaları kullandırmak, köylülerin ayrılamayacağı bir âdet haline getirilmelidir.”
Atatürk’ün açıkça belirtmesine karşın, köylünün ekonomik koşullarını değiştirmeye yönelik çabalar sonuçsuz kalmıştır. Bunun en büyük nedeni, Kurtuluş Savaşı’na destek veren toprak ağalarıdır. Toprak ağaları ve onların çıkarlarının yönetimdeki, Meclis’teki temsilcileri öylesine güçlü bir direnç göstermişlerdir ki, köylünün durumunu iyileştirmeye yönelik her türlü girişim ya daha başlamadan bitmiş ya da başladıktan kısa süre sonra geri döndürülmüştür. Bu yöndeki her hareket “komünistlik” damgası yemiştir.
Atatürk’ün ardından İsmet İnönü de aynı amaçla girişimde bulunduğunda, “Köy Enstitüleri” hareketiyle desteklediği toprak reformunu hayata geçirmeye çalışınca daha güçlü bir direnişle karşılaşmıştır. Hatta, CHP-DP ayrışmasının en önemli nedeni budur. Yani, bu harekete muhalefet edenler DP’yi kurmuşlar ve CHP’den ayrılmışlardır.
Demokratik Cumhuriyet
Köylülerle ilgili girişimleri veya girişim niyetlerini kısaca açıkladık. Şimdi Atatürk devriminin zaman içinde değişen koşullara göre benimsenen bazı temel yaklaşımları üzerinde duracağız.
İlk olarak, cumhuriyetçiliğe değinelim… Cumhuriyetçiliğin dayandığı temel, ulusal egemenliktir. Yani, hakimiyetin kayıtsız şartsız ulusa ait olması… Cumhuriyetçilik ile halkçılığı birlikte yorumlarsak “halkın, halk için, halk tarafından yönetilmesi” gibi bir sonuca ulaşırız. Bu da demokrasinin basitçe bir tanımıdır. Diğer bir deyişle Atatürkçülük anlamında yönetim biçimi “Demokratik Cumhuriyet”tir.
Laiklik, dinsel ayrımcılığı reddeder
İkinci olarak, Atatürk’ün milliyetçilik anlayışı… Bunun temelinde de halkçılık ve “Yurtta barış, dünyada barış” ilkeleri vardır. O nedenle, Atatürk milliyetçiliğinin temel niteliği barışçı, insancıl ve halkçı olmasıdır. Atatürk’ün bu milliyetçilik anlayışında vatandaşlarımıza yurttaşlık bilincini “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk ulusu denir” sözüyle kazandırmayı amaçladığı açıktır. Bu anlamda, bu milliyetçilik, ırkçılığın kesin bir biçimde reddedilmesi demektir. Bu da, ulusumuzu bir arada tutan bağ olarak, Atatürk’ün yurttaşlık bilincini temel aldığı anlamına gelir.
Laikliği, de akılcılık, milliyetçilik, halkçılık ve cumhuriyetçilik anlayışlarıyla birlikte yorumlamak gerekir. Bunların hepsi bir arada düşünülünce ortaya şüphesiz insancıl bir laiklik anlayışı çıkar. Milliyetçilik veya ulusçuluk gereği, laiklik halk arasındaki dinsel-mezhepsel farklılıkları devlet düzeyinde ortadan kaldırdığı için ulusal birliğin dayanaklarından biridir.
Yani laiklik dinsel ayrımcılığı reddeder, toplumsal düzende dini vatandaşlar arasında bir ayrım kurumu olmaktan çıkarır. Bunu yaparken de halkçılık gereği, halkın inançlarının yok sayılmasını da reddeder; din ve vicdan özgürlüğüyle birlikte inançlara saygıyı da öngörür. Hiç kimse inancından ötürü farklı bir muameleye maruz kalmaz veya hiç kimsenin inancı hor görülemez.
Bu anlamda bir laiklik, Türk vatandaşlarının temel hak ve özgürlüklerinin, insan haklarının da bir güvencesidir. Böyle bir laikliğin Demokratik Solculuk’taki ifadesi “inançlara saygılı laiklik”tir.
Daha önce belirttiğimiz gibi, Atatürkçü düşüncede devrimcilik, değişen koşullara uygun yeni açılımları getirmektir; yani sürekli bir devrimciliktir. Türkiye’de bazı çevreler ise “sürekli devrimcilik” anlayışına karşın, sürekli bir tutuculaşma içindedirler. Tutuculaşmalarının nedeni, Atatürkçülüğü gereğince yorumlayamamaları; onu doktrine dönüştürme eğilimi ve ilkeleri birbirinden bağımsız ele almalarıdır. Oysa tutuculaşma ile devrimcilik taban tabana zıt kavramlardır.
Devlet, ekonomide halkın çıkarlarını gözetmeli
Devletçilik ilkesini de 1930’lu yıllardaki uygulanışıyla kabul etmek, devrimciliğe, halkçılığa ters düşmektir. Tutuculaşan kesimler, Atatürk dönemini, o dönemin koşullarını göz önüne alarak değerlendirmediklerinden böyle bir yanılgı içine düşüyorlar.
Ulusal sermayenin olmadığı, halkın ulusal kaynakların kullanılmasına yönelik yatırımları gerçekleştirecek maddi ve teknik birikimden yoksun olduğu bir ülkede devletin yatırımlara öncülük etmesinden başka bir çıkış yolu olabilir miydi? Ki başka çıkış yolunun olmadığı da anlaşıldığından, önceden benimsenen özel girişimci yaklaşımlardan vazgeçilmek zorunda kalınmıştır. Devrimci kesimin tutuculaşmasının sonucu olarak da, devletin öncülüğünü yaparak kurduğu işletmeler halka verilmemiştir. Atatürk ise bunların halka verilmesinin gerekliliğini yaşadığı dönemde dile getirmişti.
Bugün gelinen noktada ise, açıkça görülüyor ki, halkın refahını ve ekonomideki gücünü arttırmaya yönelik ciddi bir uygulama, bu tutuculaşma yüzünden yapılamamıştır. Yani halkçılığın gereği yeterince yerine getirilmemiştir. Yapılması planlanan çalışmalar ise tutucu bürokrasi ve siyaset tarafından engellenmiştir. Oysa, üretici birliklerinin ekonomideki gücünün arttığı bir düzenin toplumsal adalete yapacağı hizmet ne denli büyük olurdu…
Çağdaş anlamda ise devletin ekonomideki rolü düzenleyiciliktir. Yani sürekli devrimciliğin gereği olarak geliştirilen ve çağdaşlaştırılan devletçilik, ekonomide devletin yönetici olarak yer almasını öngörmeliydi. Devlet, üretimdeki ağırlığını tümden özel sektöre aktarmak yerine halkın oluşturacağı üretici birliklerine devretmeliydi.
Devlet ekonomide halkın çıkarlarını gözetmek ve dengeyi sağlamak üzere yeni bir anlayışla biçimlendirilmeliydi. Yani çağdaş devletçilik anlayışı devlete ekonomide yeni ve etkin bir rol biçerken üretimde halk kesiminin haklarını gözetmeliydi. Bu yaklaşım da işsizlik ve adaletsizliğin aşılmasının en gerçekçi yoluydu.
Ecevit dönemini incelemeye henüz başlamamıza karşın, devletçilikle ilgili olarak Bülent Ecevit’in 70’lerde yaptığı değerlendirmelere bu noktada değinmekte yarar var. Devletçilik konusundaki yanlış yorumlar, 1970’li yıllarda CHP Genel Başkanı Bülent Ecevit’i de rahatsız ediyordu. O yıllarda Ecevit, geleneksel devletçilik anlayışının değişmesi gerektiğine de inanıyordu.
1975 yılında Köln’de yaptığı bir konuşmada, ekonomide devletin aşırı güç kazanmasını istemediğini, çünkü o zaman devletin siyasal gücünün halkı geçecek ölçülere varacağını belirterek, “Bir avuç insanda ekonomik gücün toplanmasını da istemiyoruz. Çünkü o zaman da, o bir avuç insan hem devleti kendi baskısı altına alabilir, hem de halkı ezebilir. Ama ekonomik güç ve onunla birlikte siyasal güç daha çok halkın elinde yoğunlaşırsa, halk ezilmez” diyordu.
1970’te Manisa’da yaptığı bir konuşmada da, ilerici sol anlayışın devletçiliğe eskisinden başka bir anlam verdiğini ifade ediyordu. Ecevit sözlerini söyle sürdürüyordu: “… devlet, kişilerin halkı ezmesini, sömürmesini önler, ama halkı ezen ve sömüren kişilerin yerine, devlet kendisi geçmez. Bu anlamdaki devletçilikte, devlet, ille herşeyin sahibi olamaz. Fakat kamu kesimiyle, özel kesimiyle ekonominin tümünü halk yararına yönlendirir.”
Görülüyor ki, Ecevit, ta 70’lerde bu yanlışa işaret etmiş ve bugünkü çağdaş devlet modelinin tarifini yapmış. Fakat, kabul etmek gerekir ki, CHP gibi gelenekleri olan bir partide, bir genel başkanın bile bu gelenekleri değiştirmesi kolay değildir. Nitekim, gelenekler bugünkü CHP’de de nostaljik ve yarı gerçek, yarı göstermelik bir biçimde devam etmektedir.
Atatürk, farklılaşmaların uzağında tutulmalıdır
Her ne kadar şimdiye kadar anlatmaya çalıştığımız ilkeler bir bütün olarak bir anlam ifade etse de, Atatürkçülüğü bu ilkelere indirgememek gerekir. Önemli olan Atatürkçülüğün özünü oluşturan üç değişmez ilkeyi içselleştirmektir. Bu ilkeler; tam bağımsızlık, ulusal egemenlik ve laikliktir.
Özetle, Atatürkçülük, tutuculaşan, kimi zaman bürokratik, kimi zaman askercil, kimi zaman entelektüel kesimlerin elinde yıllardır yanlış bir yolda tutularak zayıflatıldı. O kadar ki, halktan bile bir ölçüde uzaklaştırıldı. Bazı kurumlar veya simgelerle bayraklaştırılmaya çalışıldı.
Oysa, halkımız sağcı-solcu, Alevi-Sünni, göçmen-yerli, kuzeyli-güneyli-batılı-doğulu sınıflandırmalarından uzaklaşarak bir ulusal lidere, daha doğrusu bir ulusal değere içtenlikle sahip çıkıyor. Yani halkımız Atatürk’ü siyasal, kültürel, dinsel, bölgesel tüm farklılaşmaların uzağında tutmayı, onu bugünlerini borçlu oldukları kahraman olarak yaşatmayı bunca yıldır sürdüregelmiştir. Bu yüzden Atatürk ayrılığın, farklılığın bir simgesi değil, ulusun ortak bir değeridir halkımızın gözünde.
Fakat bu gerçeği göremeyen, görseler bile görmezden gelen kimseler yok mu? Var… İşte sorun tam da bu noktada ortaya çıkıyor. Bir kesim içtenlikle veya içtenliksizce Atatürk’ü sahiplenmeye, onu siyasal anlayışlarının bayrağı yapmaya çalışırken, diğer bir kesim de onu devletin bazı yaptırımlarının, haklı veya haksız uygulamalarının, hatta baskıların kaynağı olarak gösterme gayretiyle halkı ondan soğutmaya, bundan da siyasal çıkar ummaya çabalıyor. Aslında iki kesim de Atatürk’ü siyasal çıkara, oya ve farklılaşmanın simgesine dönüştürmeyi sürdürüyor.
Demokratik Sol’un kurucusu ve kuramcısı olan Bülent Ecevit de aynı kaygıları sık sık dile getirmiştir. Kendisi Atatürkçü bir politikacı olmasına karşın, Atatürk’ü ulusun ortak değeri olarak görmüş ve onu siyasal istismar aracı yapanlara karşı çıkmıştır. Aktif siyasete veda ettiği DSP 6. Olağan Kurultayı’nda yaptığı konuşmada da bu konuyla ilgili içten uyarılarda bulunmuştur.
Atatürkçülük bir doktrin değildir
Bu noktada Atatürkçülük anlamında bir farklılığımızı da dile getirelim: Atatürkçülük bir doktrin değildir, Atatürk’ü de bir doktrinin sembolü gibi göstermek, tarihsel bir yanılgıdır. Doktrinler geçicidir, Atatürkçülük ise bu ulus onu gönlünde taşımaya devam ettiği sürece yaşayacaktır. O nedenle Atatürkçülüğün bir doktrine dönüştürülmeye çalışılması, Atatürk’e yapılan büyük bir haksızlıktır.
Atatürk gibi, değişen koşullara uyum sağlamayı çok iyi bir biçimde başarmış bir liderin birkaç paragrafı geçmeyen bir programa sıkıştırılmaya çalışılması Atatürk’ü anlamamaktır. Onun temel yaklaşımlarını, yani değişen koşullardan etkilenmeyecek temel görüşlerini benimsemek ise tabii ki farklı birşeydir.
Atatürk’e yapılan bir diğer haksızlık ise onu ve yaptıklarını o günün koşullarını göz önüne alarak değil de bugünün değer yargılarıyla ölçmektir. Halbuki Atatürk o dönemin koşulları içersinde yaptıklarıyla büyük bir devrimci olduğunu göstermiştir.
1960’LAR
Bülent Ecevit, Demokratik Sol Hareket’in, 1960’lı yıllardaki Çalışma Bakanlığı döneminde işçi hakları için verilmiş ve kazanılmış mücadeleye dayandığını belirtir. Hatta, siyasal hayatı boyunca onun için en önemli olayın bu olduğunu söyler. O nedenle, siyasete 1957 Seçimleri’nde milletvekili olarak giren Ecevit’in 1961-65 arasındaki Çalışma Bakanlığı döneminde yaptığı çalışmaları değerlendirereceğiz.
1963 yılında Türkiye’de ilk kez işçilere demokratik işçi hakları, toplu sözleşme ve grev hakları, ve sendika özgürlüğü tanındı. Bu hakların tanınmasının ardından Ecevit, yurdu gezerek işçilerin ve işverenlerin yeni hakların kullanımıyla ilgili hazırlıklarına katkıda bulunacak çalışmalar yaptı. Sanayi bölgelerine yaptığı gezilerde iş çevrelerinin bu yeni haklardan çok büyük kaygı, hatta korku duyduğunu gördü. Ecevit bunu şöyle anlatıyor:
“Görüştüğüm iş adamlarının büyük çoğunluğu demokrasiye içtenlikle bağlıydı; ancak, ‘Demokrasi olsun fakat demokratik işçi hakları olmasın, Türkiye henüz buna hazır değildir’ düşüncesi, o dönemin iş çevrelerinde yaygındı. Bu da doğaldı; çünkü o haklar Türkiye için çok yeniydi.
Bazı fabrikatörler, bazı deneyimli iş adamları büyük bir içtenlikle;
‘Nasıl olacak şimdi?.. Ben yanımda çalışan işçiyle eşit koşullar altında masa başına oturup işyerimin sorunlarını mı görüşeceğim? O zaman ben bu işyerinde nasıl otorite sağlarım?’diye kaygılarını belirtiyorlardı.
İşçi hakları ve verimlilik
Yine o gezilerden edindiğim izlenime göre. işyerlerinin büyük çoğunluğu halk deyimiyle ‘babadan kalma’ yöntemlerle yönetilirdi. Kâr ve kazanç, verimlilikten çok, ucuz işgücünde aranırdı. Kâr ve kazanç ucuz işçiliğe bağlandığı için modern işletmecilik yöntemleri veya verimlilik üzerinde genellikle durulmazdı. O kadar ki, ekonomi ile ve işletmecilikle ilgili olarak ‘verimlilik’ kavramı henüz dilimize bile pek girmemişti… Kısacası, çağdaş işletmecilikten ayrılmaz duruma gelen bu gibi kavramların, daha yakın zamana kadar, öylesine yabancısıydık.
Yine o yıllarda, çağdaş işletmecilikle ve pazarlama ile ilgili eğitim hemen hemen yoktu veya çok sınırlıydı.
Belki istisnaları vardı ama benim görebildiğim kadar, özel sektörde olsun devlet sektöründe olsun, insan ilişkileri uzmanı, halkla ilişkiler uzmanı, basınla ilişkiler görevlisi gibi personel çalıştırma gereği genellikle işverenlerin aklından bile geçmezdi.
Şimdi ise bildiğim kadar, bütün ciddi işletmelerde bu gibi uzmanlara önem veriliyor. Yine (o yıllarda), işletmelerde psikologlardan, sosyologlardan, endüstri mühendislerinden yararlanma gereği duyulmazdı; ‘endüstri tasarımcılığı’ diye bir kavramsa hiç bilinmezdi.
Fakat 1963’den bu yana bir kuşaklık zaman geçti, ve bırakınız fabrikaları, işyerlerini, herhangi bir büyükçe otele gitsem, hemen her seferinde, personellerine pazarlamacılık veya işletmecilik konusunda seminerler düzenleyen, özel sektör veya devlet sektörü kuruluşları görüyorum.
Benim kanıma göre, bütün bu gelişmeler, Türkiye’de işçilere demokratik hakların tanınmasıyla başlamıştır. Çünkü, o zamana kadar, sözlerimin başlarında belirttiğim gibi, kâr ve kazanç sorunu ucuz işçilikle çözülebiliyordu veya çözülür sanılıyordu. Ancak demokratik işçi hakları tanınıp da, çok ucuza işçi çalıştırma olanağı ortadan kalktıktan sonradır ki, iş adamlarımız, işverenlerimiz, sanayicilerimiz, çağdaş işletmeciliğin gerektirdiği eğitimi edinme ve görevlilerine de bu eğitimi sağlama ihtiyacını duymaya başlamışlardır.
…Eğer iş çevrelerinde bu çağdaşlaşmanın demokratik işçi haklarıyla başladığı görüşüm doğru ise şöyle diyebiliriz: Türkiye’de demokratik işçi hakları, işadamlarını, sanayicileri, Osmanlı uykusundan uyandıran başlıca etken olmuştur. O sayede sınaileşme ve kalkınma hızlanmış ve yeni teknoloji arayışları başlamıştır.”
Bu hakların tanınmasının ardından Ecevit, işçilerin iş güvenliği ve sağlığı ile ilgilendi ve İşçi Sağlığı Genel Müdürlüğü’nü kurdu.
Halkla parti arasında sağlıklı bir bağ kurulabildi
1965 Seçimleri’nde Zonguldak Örgütü, işçi haklarının tanınmasını sağladığı için Ecevit’in illerinden aday olmasını istedi. Ecevit de kabul etti ve Zonguldak Milletvekili olarak parlamentoya yeniden girdi.
Bu seçimlerde CHP çok büyük bir yenilgi aldı. Ecevit de politikayı bırakarak asıl mesleği olan gazeteciliğe ve yazarlığa dönmeyi düşünüyordu. Fakat arkadaşlarının ısrarı üzerine “ortanın solu” hareketinin liderliğini üstlendi. Bu hareket, 1966 Kurultayı’nı kazandı ve Ecevit, genel sekreter oldu.
Ecevit, genel sekreter olduğunda parti, büyük bir maddi sıkıntı yaşıyordu. Bunun nedeni, zengin çevrelerin, Ecevit önderliğinde gelişen yeni harekete kuşkuyla bakarak bağış yapmamalarıydı. Bu dönemde Rahşan Ecevit, partiye gelir sağlamak amacıyla “Tanıtma Bürosu”nun kurulmasına öncülük etti. Böylece, partinin ambleminin basılı olduğu broşür, kitap, kalem, rozet ve benzerleri sokaklarda insanlara satılıyordu. Parti içinde bazı kesimler, “Koskoca CHP halka avuç açmaz” diye eleştirdiler. Rahşan Hanım daha sonra da, “ Halk Gönüllüleri” adıyla ekipler kurulmasına öncülük etti. Böylece halkla parti arasında sağlıklı bir bağ kurulabilecekti. Ayrıca bu dönemde meşhur CHP baloları durduruldu. Bu balolar belirli bir zümreye hitap ediyordu. Rahşan Hanım bunun yerine çay partileri düzenleyerek partinin sosyal etkinliklerini de halka açmış oldu.
1970’LER
1970’li yıllara girerken Türkiye’de siyasal olaylar, üniversitelerdeki çalkantılar tırmanışa geçmişti. 15 Nisan 1970’te Ecevit Meclis kürsüsünden şöyle sesleniyordu:
“Gitgide yaygınlaşan siyasal zorbalıkların, saldırganlıkların, cinayetlerin devrimcilik veya solculuk adına yapılanları da, din ve milliyetçilik adına yapılanları da bir amaca yönelmektedir: Demokrasini yıkılması ve bir dikta rejimi kurulması.”
Ecevit, yanılmayacaktı. 12 Mart 1971’de demokrasiye ara verildi ve askerin desteğiyle CHP’den istifa eden Nihat Erim tarafından bir hükümet kuruldu. İnönü bu hükümeti destekledi ve CHP, hükümete bakan verdi. Ecevit, muhtıranın İnönü’nün askerin desteğiyle kurulan hükümete destek vermesini içine sindiremiyordu. Bu nedenle, Ecevit, CHP Genel Sekreterliği’nden istifa etti.
Bunun üzerine İnönü’nün yakınında bulanan Kemal Satır ve ekibi, Parti Meclisi’nde çoğunluğu bulunduran “ortanın solu”cuları tasfiye harekatına girişti ve Kurultay’a gidildi. Kurultayda, çoğunluğunu Bülent Ecevit’in “ortanın solu” ekibinin oluşturduğu Parti Meclisi, 709 delegenin oyu ile güvenoyu aldı. Bu sonuç üzerine CHP’nin 34 yıldır genel başkanlığını yürüten İsmet İnönü, istifa etti. Daha sonra toplanan olağanüstü Kurultay, Ecevit’i Genel Başkan seçti.
CHP, asker destekli hükümetten bakanlarını çekti ve bunun üzerine İsmet İnönü CHP’den de istifa etti. İnönü’nün istifası ile 15 senatör ve 14 milletvekili CHP’den ayrılıp Cumhuriyetçi Parti’yi kurdular. Bu parti, Milli Güven Partisi ile birleşti ve Cumhuriyetçi Güven Partisi oluşturuldu. Partinin Genel Başkanlığı’na Turhan Feyzioğlu getirildi.
Tarihî yanılgıların yarattığı sunî ayrılıklar
14 Ekim 1973 Seçimleri’nde CHP, 1965’in ardından ilk kez AP’nin önüne geçti ve yüzde 33.3 oranında oy alarak birinci parti oldu. Bu Seçimlerin adından uzun süre hükümet kurulamadı. Ecevit’in koalisyon teklifini bütün partiler reddetti. Sonra, Deniz Baykal ve Oğuzhan Asiltürk arasında CHP-MSP koalisyonuna doğru giden gizli görüşmeler başladı. Seçimlerden 4 ay sonra 26 Ocak 1974’te, 18 CHP’li ve 7 MSP’liden oluşan hükümet kuruldu. Hükümet Programı’nda bu koalisyon şöyle sunuluyordu: “Tarihi yanılgıların yarattığı suni ayrılıklara son veren, yeni bir dönem açan girişim.”
Bu girişim iki yönüyle önemliydi… MSP açısından dindarlığın gericilik olmadığının; CHP açısından da laikliğin din düşmanlığı, dinsizlik, komünistlik gibi gösterilmeye çalışılmasının yanlışlığının anlaşılması için bir vesileydi. Bu hükümetin, toplumsal uzlaşıya büyük katkı sağlayacağı düşünüldü. Fakat, gerek CHP içinde, gerek MSP içinde bu uzlaşmaya karşıt olanların sayısı bir hayli fazlaydı. Koalisyon hükümeti 7 ay 16 gün sürdü. Bu süre içinde iki önemli olay, Ecevit’e duyulan güvenin daha da artmasını sağladı: Haşhaş yasağının kaldırılması ve Kıbrıs Barış Harekatı.
12 Mart Muhtırası sonrasındaki ara rejim döneminde ABD’nin baskısıyla Bakanlar Kurulu tarafından, Türkiye’de haşhaş ekimi yasaklanmıştı. Bu yasakla birlikte yaklaşık yarım milyon kişinin geçim kaynağı elerinden alınmıştı. 74’te kurulan Ecevit Hükümeti’nin ele aldığı konuların başında haşhaş ekimi yasağı geliyordu.
Hükümet, yasağı kaldırma kararını şu şekilde duyurdu:
“Bakanlar Kurulu, dünya ilaç sanayinin ihtiyacı ve 90 bin Türk üretici ailenin durumunu göz önüne alarak Afyon, Burdur, Denizli, Isparta, Kütahya ve Uşak illerinin tamamıyla, Konya ilinin Akşehir, Beyşehir, Doğanhisar ve Ilgın ilçelerinde haşhaş ekimine izin verilmesini kararlaştırmıştır.”
Bunun üzerine ABD ilk resmi açıklamasında Türkiye’ye vaat edilen 37 buçuk milyon dolarlık yatırımın geri kalan 21 buçuk milyon dolarlık bölümünün ödenmeyeceğini belirtti.
Ecevit, o dönemde ABD’nin Türkiye’ye savurduğu tehditleri şöyle anlatıyor:
“Şimdi inanılmaz gibi görünüyor ama, o aylarda Amerikan yönetiminin üst düzeyinde yer alan uzmanlar, yöneticiler akıl almaz şeyler söylüyorlardı. Örneğin, ‘NATO’dan çıkaralım’ diyorlardı, 6. Filo, İstanbul’u topa tutsun’ diyorlardı, ‘Sultanahmet Camii’ni topa tutalım’ diyorlardı, ‘Haşhaş ekimi yapılan köyleri havadan bombalayalım’ diyorlardı.
… Fakat, biz bu tehditlere boyun eğmedik ve aldırış etmedik. Çünkü haklı olduğumuza inanıyorduk ve çünkü Türk köylüsü hiçbir zaman haşhaşın insanlığa aykırı bir şekilde kullanılması yoluna gitmemişti…”
Böylece, 1 Temmuz 1974 tarihli Bakanlar Kurulu Kararı ile Türkiye’de haşhaş ekimi yasağı kaldırıldı. Fakat, Türkiye’de milliyetçi geçinen çevrelerden bile “Amerika’yı nasıl karşımıza alabiliriz?” diye eleştiriler geldi. Oysa, bu karara Birleşmiş Milletler bile destek olmuştu ve ABD de birkaç ay sonra Türkiye’nin aldığı önlemleri desteklemek zorunda kaldı.
Kıbrıs’ta Türk varlığını yok etmeyi amaçlıyorlardı
Türkiye’nin ABD’yi karşısına almak pahasına kaldırdığı yasağı fırsat bilen cunta yönetimindeki Yunanistan, 15 Temmuz’da, Kıbrıs’ta darbe yapmıştı. Darbe yapılmadan önce, adada bulunan Makarios Yönetimi, “Akritas Planı” denilen bir planla Kıbrıs’taki Türk varlığını yok etmeyi amaçlıyordu. Fakat, Makarios, Kıbrıs’ın Yunanistan’a ilhak edilmesi yerine, adada Türkler’den arınmış bir Bağımsız Rum Devleti kurmayı amaçlıyordu. Yunanistan’daki cunta yönetimi ise ilhak yanlısıydı. Bu nedenle, Makarios yönetimi, darbe ile devrildi.
Bu darbe üzerine, Türkiye, garantörlük haklarını kullanarak Barış Harekatı’nı gerçekleştirmeye hazırlanıyordu. O dönemi Ecevit şöyle anlatmaktadır:
“15 Temmuz günü ben Afyon’da ve Denizli’de konuşma yapacaktım; haşhaş ekimini niçin kaldırdığımızı ve bunun insanlığa aykırı bir şekilde kullanılmaması için alacağımız tedbirleri köylümüze anlatmak amacıyla oraya gitmiştim.
Fakat yola çıkarken Ankara’dan bir haber geldi. Kıbrıs’taki cunta darbesinin haberi geldi. Onun üzerine ben Denizli gezimi iptal etmek zorunda kaldım; sadece Afyon’a gidebildim. Ondan sonra Ankara’ya döndüm ve akşamüstü Ankara’da gerekli çalışmaları, toplantıları yaptık. Gece de Cumhurbaşkanı’nın başkanlığında Başbakanlık’ta Millî Güvenlik Kurulu Toplantısı’nı yaptık. Ve bu toplantıda, Türkiye’nin her türlü riski göze alarak Kıbrıs’a askerî bir çıkarma yapması gerektiği sonucuna vardık.
Kıbrıs’ın garantörü olan üç devlet vardı: Türkiye, Yunanistan ve İngiltere. Bir harekât yapmanız gerektiği zaman, bu ihtiyacı duyduğumuz zaman öbür garantörlerin de onayını veya görüşlerini almamız gerekiyordu.
Tabii Yunanistan’a bu konuda başvurmamız mümkün değildi; çünkü Yunanistan işgâlci durumundaydı. Fakat İngiltere bizimle birlikte gerekli önlemleri alma yükümlülüğüyle karşı karşıyaydı.
Onun için, 17 Temmuz akşamı davetsiz misafir olarak Londra’ya gittim ve gece İngiliz Başbakanı ve Dışişleri Bakanı’yla birlikte Başbakanlık’ta uzun bir toplantı yaptık. Mutlaka birlikte bazı önlemler almamız gerektiğini, aksi hâlde Kıbrıs’ta ağır felaketlerin yer alacağını söyledik. Uzun uzadıya tartıştık.
Fakat, o koskoca İngiliz Devleti, çok açık bir şekilde bir darbeyle Kıbrıs bağımsızlığı ortadan kaldırılmak istendiği hâlde, Anayasa ve uluslararası anlaşmalar çiğnendiği hâlde, bizimle birlikte hareket etmeyi içine sindiremedi, bunu kabul edemedi. İngilizler’den yanıt alamamış bir şekilde sabaha karşı Başbakanlık’tan ayrılmak zorunda kaldık.
“Bizi ancak Türkiye kurtarabilir”
İngiliz Başbakanlığı’ndaki görüşmemiz sırasında Başbakan Wilson’la Dışişleri Bakanı Callagan ikide bir sofradan kalkıyorlardı, dışarıda birileriyle görüşüp geliyorlardı. Sonradan öğrendik ki, Amerika Birleşik Devletleri’yle görüşüyorlarmış. Sonunda, “Bu toplantımıza Amerika Birleşik Devletleri’nden de bir yetkili gelmek istiyor, ne dersiniz?” dediler. Dedim ki: “Amerika Birleşik Devletleri bizim müttefikimizdir, dostumuzdur, ama garantörler arasında yer almamaktadır, onun için Amerika Birleşik Devletleri bu toplantımıza katılamaz. Ama isterse ayrı olarak gelir, onunla da görüşürüz.”
Onun üzerine Amerika Birleşik Devletleri’nden Dışişleri Bakanı Kissinger’in Danışmanı Sisco, Londra’ya geldi; onunla görüşmeye başladık. Askerî harekâta kararlı olduğumuzu söylemedik; ama deneyimli bir diplomat olan Sisco bunu hissettiği için, bizi öyle bir hareketten vazgeçirmek için büyük ısrarlarda bulundu. Büyükelçiliğimizdeki görüşmemiz uzun sürdü.
Bir ara verildiğinde ben biraz hava almak için kitapçıların bulunduğu bir caddeye gittim. Kitapçıları izlerken, birkaç genç, bizim vatandaşlarımıza benzeyen birkaç genç karşı kaldırımdan koşa koşa bana geldi. Meğer bunlar Kıbrıslı Rumlar’mış. “Sen Ecevit değil misin?” dediler. “Evet” dedim; “Bizi ancak Türkiye kurtarabilir” dediler.
Amerika’nın temsilcisi Sayın Sisco, bizimle görüşmelerinden sonra Atina’ya gideceğini ve Atina’dan iyi haberler getirebileceğine inandığını söyledi. Bizden izin istedi. Ben de bu izni tabii verdim. Bir süre sonra Sisco Atina’dan Türkiye’ye geldi. Fakat hiçbir şey getirememişti cuntacılardan. 20 binin üstünde Yunan askeri gayrimeşru olarak Kıbrıs’ta bulunuyordu. Söylediğine göre, Atina’daki cuntacılar, bu askerleri yenileriyle değiştirmeyi kabul ediyorlarmış. “Yani, yorulmuş subaylar gidecek, yerlerine taze subaylar gelecek, öyle mi?” dedim. Tabii bunun ciddiye alınamayacağını Sisco da biliyordu.
‘19 Temmuz’da Atina’dan Ankara’ya gelebilirsiniz. Ama gelişiniz 19’u taşmasın; bizimle görüşmek istiyorsanız ayın 20’sinden önce Ankara’da bulunmalısınız’ dedim. ‘20’sinde gelmemiz neden sakıncalı?’ dedi. Dedim ki: ‘O gün Ankara’da Kıbrıs’la ilgili olarak Meclis’te bir görüşme yapılacak, o görüşme sırasında sizin Ankara’da bulunmanız olumsuz yorumlara neden olabilir.’
Aslında öyle bir toplantımız olmayacaktı. Ama Amerikalılar’ın bizim harekât yapacağımız sırada Ankara’da bulunmamasını sağlamak istedik. ‘Peki’ dedi. Fakat, Atina’da kalışı gecikti ve sonunda, 20 Temmuz’un sabah saat 2’sinde ancak Ankara’ya gelebildi Sisco.
Kendisiyle görüşmemizin sonlarında dedim ki: Biz 10 yıl önce bir hatada bulunduk. Nedir o hata? Kıbrıs’a karşı, Kıbrıs Türkleri’ne karşı soykırım saldırıları başlamıştı. Biz o saldırılara karşı 1964’te tedbir almak zorunda olduğumuzu belirttiğimizde, o zamanki Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Johnson, rahmetli İsmet İnönü’ye çok ağır bir mektup yolladı, tehditlerle dolu bir mektup yolladı. ‘Eğer siz bu Yunan soykırımını önlemek için askerî harekâta girişecek olursanız size karşı her türlü ağır tedbiri alırız’ dedi. Sovyetler Birliği’ne karşı yardımımıza bile gelmeyeceğini söyledi. Böylece Türkiye’nin elini kolunu bağladı.
Atina’daki cunta üç günde devrildi
Sisco’ya dedim ki: ‘Biz 10 yıl önce Amerika’yı dinlemekle hata yapmıştık; şimdi o sonuçlarını görüyorsunuz. Hatamızı tekrarlamayacağız.’ ‘Yani’ dedi Amerikan temsilcisi, ‘Ben burada saatlerdir boşuna mı konuşuyorum?’ ‘Evet boşuna konuşuyorsunuz’ dedim.
‘Yoksa harekât başladı mı?’ diye sordu. Ben, ‘Evet, ya başladı ya da başlamak üzere’ dedim.
‘Bu harekâtı 48 saat daha ileri atamaz mısınız?’ dedi Amerikan temsilcisi; şu yanıtı verdim: ‘Artık değil 48 saat, isterseniz 848 saatiniz var.’
‘O hâlde ben bir an önce ayrılayım, siz havaalanını da kapatırsınız’ dedi. ‘Evet, kapatırız’ dedim. ‘Siz daha uygun bir zamanda Türkiye’ye gelin, sizi misafir ederiz’ dedim.
Sonuç olarak, Atina’daki cunta yönetimi üç günde devrildi. Demokrasinin beşiği olan Yunanistan’da altı yılı aşkın süredir devam eden dikta rejimi, bizim garantör olarak Kıbrıs’a askerlerimizi göndermemizin hemen ardından sona erdi. Yani, demokrasinin beşiği olan Yunanistan’a demokrasiyi Türkiye götürmüş oldu.
Yunan darbesi üzerine Kıbrıs’ta, Temmuz ve Ağustos 1974’te iki aşamalı askerî harekât yaptık. Ve bugünkü Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin sınırlarını belirledik.
O sırada Türkiye ile Yunanistan ve İngiltere arasında Cenevre’de müzakereler yer alıyordu. 31 Temmuz günü üç garantör devletin, yani Türkiye, Yunanistan ve İngiltere’nin Dışişleri Bakanları bir ortak bildiri yayınladılar. Bu bildiride, Kıbrıs’ta artık iki ayrı yönetim bulunduğunu dünyaya açıkladılar.
Yani Rumlar ve Yunanistan şimdi kabul etmedikleri gerçeği daha o gün kabul etmişlerdi. Şimdi Batı’da bazı çevreler bizi, ‘İşgâlci’ diye tanımlamaya kalkışıyorlar ama, olayların yer aldığı sırada kimse işgâlci olduğumuzu söyleyemiyordu. Tam tersine, Yunanistan’daki cunta rejiminin Kıbrıs’ı işgâlini önleyen devlet olduğumuzu herkes görüyordu.
Garantör olarak Türkiye’nin harekâtından sonra Kıbrıs’ta çok önemli değişiklikler oldu. Türk harekâtı sayesinde bir kere Kıbrıs’ta kesintisiz barış dönemi başladı.
Barış Harekâtı Kıbrıs’a kesintisiz barış getirdi
Kıbrıs Türk Barış Harekâtı’ndan önce Kıbrıs’ta sürekli çatışmalar olurdu, ya Türkler’e soykırım ölçüsüne varan saldırılar yapılırdı veya Rumlar’ın kendi aralarındaki gerillalar birbirleriyle çatışırlardı. Fakat Türkiye, Kıbrıs’ta, yalnız Türkler’e değil, aynı zamanda Rumlar’a da kesintisiz barış getirdi.
Biz Kıbrıs’a barış getirmek için askerimizi gönderdiğimizi söylediğimizde yalan söylemiyorduk; gerçekten Kıbrıs’a, Kıbrıs’ta hem Rum, hem Türk kesimlerine barış getirmiş olduk.
Yine Türk Barış Harekâtı’ndan önce Kıbrıs’ta demokrasi yoktu, insan haklarına saygı da yoktu; Türkler’in bütün hakları çiğneniyordu. Atina’daki cunta rejiminin ve Kıbrıs’taki Rum gerillalarının baskısıyla Türkler yerlerinden, yurtlarından olmuşlardı. Ada’nın sadece yüzde 3’üne sığınmak zorunda kalmışlardı; yani bir avuç toprağa sığınmak zorunda kalmışlardı. Geçim olanaklarından, eğitim olanaklarından yoksun bırakılmışlardı; getto gibi ufacık alanlara sığınmak zorunda kalmışlardı.
Yine Türk Barış Harekâtı’ndan önce Kıbrıs yoksul bir Ada’ydı. Fakat, Türk Barış Harekâtı’ndan sonra Rum kesimi, dışarıdan gelen yardımların da katkısıyla, büyük ölçüde refaha ulaştı.
Türkler’e ekonomik ambargolar uygulandığı hâlde Kıbrıs Türk kesiminde de ekonomik bakımdan önemsenecek gelişmeler oldu. Tabii buna Türkiye’nin büyük katkısı oldu ama, Kıbrıslı Türkler’in de büyük gayretiyle bu sağlandı. Yani, Türk Barış Harekâtı Kıbrıs’a kesintisiz barış getirdi, eksiksiz demokrasi getirdi, gelişme ve refah getirdi. O hâlde, Kıbrıs sorununa çözüm bulalım diyenlerin istedikleri nedir? Yani, bu söylediklerimizin dışında daha gerçek bir çözüm düşünülebilir mi?”
Necmettin Erbakan’ın hayalî yatırımları
CHP-MSP koalisyonunda, bunalım yaratan olaylardan biri, Erbakan’ın gerçekleştiremeyeceği vaatlerde bulunması ve hayali yatırımlar yapmasıydı. Örneğin, bir konuşmasında:
“Kısa süre içinde 67 vilayete fabrika ve 40 bin köye atölye kuracağız. Çok yakında 100 bin motor, 100 bin traktör, 100 bin tank yapacak yüzde yüz yerli fabrikaların temellerini atacağız. Yalnız memleketimizde değil, dost memleketlerde de ağır sanayi tesisleri kuracağız. Bu yıl içinde atom santrallerinin temelleri atılacak. Önümüzdeki aylarda da bütün dokuma fabrikalarının makinalarının imal edildiği bir fabrikanın temeli atılacaktır.”
Erbakan bunlarla da yetinmeyerek, Van’da röntgen filmi farikası kuracağını müjdelemiştir. MSP’lilerin 70’lerde boş arsalara attıkları temellere örnek olarak Bingöl, Kütahya, Bitlis, Kastamonu, Manisa, Adıyaman çimento fabrikaları; Yozgat Akdağ Madeni Döküm Fabrikası, Kütahya Gediz ve Kahramanmaraş Tav Fırınları, Gaziantep şişe doldurma makinaları fabrikası verilebilir. Erbakan her gittiği yerde fabrika temelleri atıyordu. Erzincan’da da halkın fabrika talebinde bulunması üzerine meydanda yaptığı konuşmada şöyle demiştir:
“Az sonra Karayazı Mevkii’nde fabrikalar yapan bir fabrikanın temelini atacağız. Burada yapılacak makinaların takım tezgahlarının üzerinde Erzincan’ın adı olacak. Bu makinalar, tüm İslam alemine ihraç edilecek. Mısır’daki, Suriye’deki makinaların üzerinde Erzincan yazısı bulunacak.”
Ecevit’in istifasının gerçek nedeni
Hükümet’in içinde Ecevit açısından ciddi bir güven bunalımı yaşanıyordu. Koalisyonun yaşaması olanaksız hâle gelmişti. Ecevit’in istifası kaçınılmaz oldu. Fakat, Ecevit’in hükümetten, Kıbrıs Barış Harekâtı’nı oya dönüştürmek amacıyla istifa ettiği ileri sürüldü. Oysa bunun gerçekle hiçbir ilgisi yoktu. Ecevit de kendisini istifaya götüren süreci şöyle anlatıyor:
“Kıbrıs Barış Harekâtı yeni sonuçlanmıştı ve ben de ondan kısa bir süre sonra, Eylül ayında, dört Kuzey ülkesini ziyaret etmek üzere davet almıştım. Danimarka, İsveç, Norveç ve Finlandiya… Bu dört Kuzey ülkesiyle ilk kez Başbakanlar düzeyinde bir ilişkimiz olacaktı. Zamanı da çok önemliydi. Çünkü Kıbrıs Barış Harekâtı yeni sonuçlanmıştı…
Yanlış anımsamıyorsam eylül ayının ikinci yarısında Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun gündeminde Kıbrıs konusu vardı. Kuzey ülkeleri de, hem Batı dünyasında hem ‘Üçüncü Dünya’da hem de Birleşmiş Milletler’de büyük saygınlığı ve etkisi olan ülkelerdi.
Öyle bir aşamada, Kıbrıs Barış Harekâtı’ndan hemen sonra, o ülkeleri ziyaret olanağını bulmuş olmamız, davetli olarak ziyaret olanağı bulmuş olmamız, çok önemliydi. Nitekim Yunanistan o davetten vazgeçmeleri için dört Kuzey ülkesine ağır baskı uyguladı.
Fakat o dört ülke bu baskıya karşı direndi ve davetlerini sürdürdü. Tabii, yurtdışına giderken, benim, bir Bakanlar Kurulu üyesini Başbakan Vekili olarak bırakmam gerekirdi. Biz Kıbrıs Barış Harekâtı’na garantörlük hakkımızı kullanarak ve Kıbrıs Türkleri’ni soykırımdan kurtarmak için, güvenliğe ve özgürlüğe kavuşturmak için ve bütün adaya barış götürmek için girişmiştik.
O sırada, bildiğiniz gibi, Sayın Erbakan’ın başkanlığındaki Milli Selamet Partisi’yle bir koalisyon hükümeti ortaklığı içindeydik. Sayın Erbakan ve çevresi bu Barış Harekâtımızı ‘cihat’ olarak, ‘fetih hakkı’ olarak tanımlıyorlardı ve Kıbrıs Türk kesimine adeta Türkiye’nin bir vilayeti gibi yaklaşma eğilimleri gösteriyorlardı.
Bu durumda Başbakanlık vekaletini kendisine bırakmayı, kendi devlet anlayışıma göre, göze alamazdım. Çünkü ben Kuzey ülkelerinde garantörlük hakkımızdan, barış hedefimizden bahsederken, büyük bir olasılıkla, Sayın Erbakan, Başbakan vekili olarak, yani benim sahip olduğum yetkileri omzunda taşıyarak, ‘cihat hakkı’ndan, ‘fetih hakkı’ndan söz edecekti ve ben dışarıda bu çelişkiyi nasıl izah edeceğimi bilemeyecektim. Koalisyon Protokolümüzde de Başbakan vekaletinin Milli Selamet kanadına bırakılması konusunda bir kural yoktu.
Onun için bu düşüncemi açıkça söyleyerek ‘Kusura bakmayın, Başbakan vekilliğini size bırakamayacağım’ dedim; ve, kendi partimden rahmetli Başbakan Yardımcısı Orhan Eyüboğlu’na bırakacağımı söyledim. ‘Siz de isterseniz İslâm ülkelerinde Kıbrıs sorununu anlatmak üzere bir geziye çıkın’ dedim. Buna büyük tepki gösterdi Milli Selamet Partisi kanadı ve ‘Biz de senin dışarıya gitmen için gerekli Bakanlar Kurulu Kararnamesi’ni imzalamıyoruz’ dedi.
Onun üzerine ben o geziyi iptal etmek zorunda kaldım. Çünkü bir özel kişi olarak gidemezdim Kuzey ülkelerine. Türkiye Cumhuriyeti’nin Başbakanı olarak gitmem gerekiyordu. Bu bir parti gezisi değildi, bir Devlet ziyaretiydi. Kararname imzalanmayınca ben başbakanlıktan ayrıldım. Onun üzerine, Milli Selamet Partisi kanadı, ‘Canım bu alınganlığa ne lüzum var, bunu mesele yapma’ dediler. Fakat ben kararımda direndim ve hem o gezi iptal edildi, hem de hükümetten ayrıldım.
Birçok kimse hâlâ benim o davranışı Kıbrıs Barış Harekâtı’nı oya dönüştürmek için yaptığımı sanır. Bunun gerçekle ilgisi yoktur. Ama maalesef politikacılara karşı öylesine önyargı koşullandırması var ki, ille benim o davranışımın altında iç politikayla ilgili bir amaç saklıymış gibi bir izlenim yıllarca sürdürülmüştür.”
Erbakan turizm yatırımlarına karşıydı. CHP’nin seçimlerin öncesinde ortaya koyduğu “halk sektörü” projesi, Erbakan’ın tavrı yüzünden bir türlü uygulamaya geçirilemiyordu. Erbakan, Kıbrıs’ın tamamını istiyordu. Ambargolarla Türkiye sıkıntılı bir süreç içindeydi. Erbakan’ın, İslâm ülkelerine “fetihnameler” göndermesi, durumu büsbütün içinden çıkılmaz hâle getiriyordu. Ecevit’e sürekli şantajlar yapıyordu.
Bunların üzerine Ecevit, “Benim içimde her ne pahasına olursa olsun bir mevkide kalmak gibi bir hırs yoktur. Görevi bırakır, her şeye yeniden başlarım. Siz, Ecevit hükümeti bırakmaz, ona her şeyi yapabiliriz, tahammül etmeye mecburdur, diye düşünüyorsanız çok yanılıyorsunuz.” Diyerek uyarıda bulundu. Bu uyarılar da bir işe yaramayınca Ecevit, 18 Eylül 1974’te istifa etti.
Milliyetçi Cephe dönemi başladı
Bunun üzerine, sağ partiler, bir “Milliyetçi Cephe” (MC) hükümeti kurdular. Bu dönemde Ecevit, yeniden yapılanma çalışmaları ile ilgilenirken, MC Hükümeti’nin ortakları da çoktan birbirine girmişlerdi ve ekonomik sorunlar ciddi boyutlara ulaşmıştı. Ecevit, yeniden yapılanma çalışmaları kapsamında CHP’nin programında ve tüzüğünde ciddi değişikliklere gitti. 72’de tarif ettiği Demokratik Sol tutumu, 74 Haziranı’nda toplanan tüzük kurultayı ile CHP tüzüğüne şu şekilde geçti: “(CHP) insan haklarına saygılı, milli, demokratik, laik ve sosyal hukuk ilkesine bağlı, Demokratik Sol bir partidir.”
Seçimden önce yapılan son toplantı olan Taksim mitingi ile ilgili olarak Demirel, Ecevit’e suikast düzenleneceği uyarısını iletti. Ecevit de bu uyarıyı radyodan halka duyurdu ve mitinge kimseyi davet etmediğini, fakat kendisinin miting alanında olacağını belirtti. Bu uyarıya karşın, Taksim, tarihinin en büyük mitinglerinden birine tanıklık etti. 5 Haziran 1977’de yapılan seçimlerde CHP, yüzde 42’lik rekor bir oy alarak 213 milletvekili çıkardı. Fakat bu sayı, tek başına CHP hükümeti kurulmasına yetmiyordu. Güvenoyu için 226 oy gerekliydi.
Cumhurbaşkanı tarafından hükümeti kurmakla görevlendirilen Ecevit, 22 Haziran 1977’de kurduğu azınlık hükümeti için Çankaya’dan onay aldı. Fakat 3 Temmuz’da yapılan güven oylamasında 217’ye karşı 229 hayır oyuyla hükümet düşürüldü. Cumhurbaşkanı Korutürk, bunun üzerine AP Genel Başkanı Demirel’e, 2. MC Hükümeti’ni kurmak üzere görev verdi.
70’li yıllarda tüm dünyada ekonomik bunalım yaşanıyordu. ABD başta olmak üzere, Batılı devletler bile ciddi sıkıntı içindeydiler. OPEC kriziyle birlikte büyük bir petrol bunalımı baş göstermiş, petrol fiyatları aşırı derecede artmıştı. Kıtlıklar ve kilometrelerce uzanan kuyruklar, özellikle ABD’deki benzin kuyrukları, bu yıllara damgasını vurmuştur.
Ekonomik hayatın yanı sıra, siyasal yaşamda da ciddi bir sıkıntı yaşanıyordu. Yerel seçimlerde CHP, il merkezi bazında 42 belediye alırken, AP sadece 15 belediye alabilmişti. Bu da gösteriyor ki, 2. MC Hükümeti’nin, kamuoyu desteği kalmamıştı. Bu yüzden, bu hükümeti oluşturan partiler, iç çatışma ortamına sürüklenmiş ve bazı vekiller partilerinden ayrılmıştı. MC Hükümeti’nin sonuna doğru Demirel, “70 sent bulmak için bile müşkülat çekiyoruz” diye bir demeç vermişti.
Üçüncü Ecevit Hükümeti dönemi
MC Hükümetinin yıkılmasının ardından, AP’den ayrılan bağımsız milletvekilleri ile birlikte kurulan Ecevit Hükümeti, 17 Ocak 1978’de güvenoyu aldı.
Ekonomik bunalımla boğuşmaya çalışan Türkiye’de, IMF ile sürdürülen pazarlıklar da çözüm getirmiyordu. Batılılar, kalkınma hızının yavaşlatılması; emekçilere, köylülere, dar gelirlilere ayrılan ödeneklerin kısılması; üreticilere ödenen desteklerin kaldırılması gibi istekler öne sürüyordu. Bu da, partinin gücünün dayandığı kesimlerin durumunun kötüleşmesine neden olabilecekti. Örneğin, toplu sözleşmelerde, işçi kesiminin isteklerine mecburen karşı çıkılması tepki yarattı.
Ambargo nedeniyle ordunun bazı gereksinmelerinin karşılanamaması da hükümetin karşılaştığı diğer bir zorluktu. TÜSİAD’ın Ecevit’e karşı giriştiği kampanya da toplumdaki huzursuzluğu büsbütün artırıyordu.
Bu koşullar altında, parti programında yer alan halk sektörü, köykent gibi projeler uygulanamadı. Özerkleştirme/özyönetim gibi yeni açılımlar da, hükümetin içinde yer alan bağımsız bakanlardan bazılarının onaylamaması üzerine hayata geçirilemedi.
Bu dönemde yapılan araseçimlerde CHP’nin oylarının düşük çıkması üzerine Ecevit, başbakanlık görevinden istifa etti. Bunun ardından Demirel Hükümeti kuruldu. Demirel Hükümeti döneminde büyük siyasal çalkantı, terör, ve de dolayısıyla toplumda büyük bir huzursuzluk yaşanıyordu.
Ecevit’ten Demirel’e tarihî çağrı
Ecevit, bu sürecin siyasal uzlaşı ile aşılabileceğini düşünüyordu. Ayrıca, demokrasiye müdahale edilebileceğini de öngörüyordu. Ecevit, 6 Eylül 1980 günü Petrol-İş Sendikası’nın kongresinde yaptığı konuşmada şöyle demişti:
“… Toplum tribünde seyirci, partiler de sahada oyuncu durumunda olursa, yalnızca partilerle politikacılar soyunup sahaya çıkar, halk da tribünlerde seyirci gibi kalırsa, demokrasi gerçeklik kazanamaz. Demokrasinin böyle sanıldığı, böyle uygulandığı bir ülkede siyaset giderek çirkin ve anlamsız bir oyuna dönüşür. Tıpkı Türkiye’de olduğu gibi… Sonuç vermeyen kavgalı gürültülü bir çekişmeye dönüşür; toplumun sabrını tüketen bir kavgaya dönüşür. Yine tıpkı bizde olduğu gibi…
SONUNDA KORKARIM Kİ, BİRİ ÇIKAR, DÜDÜĞÜ ÇALAR, ‘OYUN BİTTİ, HERKES EVİNE’ DER VE BİR ANLAMSIZ OYUNA DÖNÜŞEN DEMOKRASİ DE BÖYLECE SONA ERER.
Biz biçimsel olarak varolan demokrasimizi işte böylesi bir oyuna dönüştürüp yozlaştırıyoruz ve yok ediyoruz. Eğer Türkiye’de demokrasiyi gerçek anlamda uygulayacaksak herkesin belli kurallar içinde siyaset sürecine katılması gerekir; tribünlerde bulunanların da sahaya inmesi gerekir.
‘Herkes’ derken elbette, hakemlik etmekle, düzeni sağlamakla, sahayı ve sahada bulunanları korumakla görevli olanları bunun dışında tutabiliriz. Bu görevliler kimlerdir, hangi kesimlerdir?.. Yargı organlarıdır, ordudur, polistir, memurdur.”
Ecevit, bu çağrısından dokuz ay önce de dönemin Adalet Partisi Genel Başkanı Sayın Süleyman Demirel’e, önce kuracağı azılık hükümetini destekleyeceği mesajını vermişti. Demirel’in bunu kabul etmemesinden sonra da CHP-AP koalisyonunun kurulması önerisinde bulunmuştu. Demişti ki: “Demokrasinin kurtuluşunun tek yolu, CHP ile AP’nin koalisyon kurmasıdır.”
Ecevit, bu çağrısını sonraki aylarda da yineledi, ama sonuç alamadı.
Böyle bir koalisyonun kurulması hâlinde dönemin en büyük partisi CHP olduğu için doğal olarak Sayın Ecevit’in Başbakan olması gerekiyordu.
Ancak Ecevit, Demirel’in bunu kabul etmeyeceğini bildiği içindir ki, “Ben başbakanlıktan feragat ediyorum. CHP-AP koalisyonu tarafsız birinin başbakanlığında da kurulabilir” diyerek koalisyonun kurulmasını kolaylaştırmak istemişti. Demirel, bunu da reddetmişti.
Ecevit, bu çağrısından önce de Demirel’in kuracağı bir azınlık hükümetine destek olacağını da söylemişti. Ecevit, bu düşüncesini; 1979 yılı Kasım ayında kısmî senato seçimlerinden olumsuz sonuç alınca başbakanlıktan ayrıldıktan sonra, istifa mektubunu, dönemin Cumhurbaşkanı Sayın Fahri Korutürk’e verirken açıklamıştı. Ecevit, Korutürk’e şunları söylemişti:
“Şimdi doğal olarak görevi herhalde Sayın Demirel’e vereceksiniz. Lütfen kendisine şu mesajımı iletin. Tabii isteyerek MHP ve MSP ile bir işbirliği yapacak olursa benim söyleyecek bir sözüm yok. Bunu asla temenni etmem. Doğru bulmam. Kendi takdiridir.
Fakat kendisini MSP ve MHP destekli bir hükümet kurmaya mahkûm ve mecbur ediyorsa, öyle hissetmesine gerek yoktur. Biz aşırı koşulları ileri sürmeksizin, kendisini engellemeksizin kuracağı bir azınlık hükümetine destek vermeye hazırız.”
Ecevit, sonraki süreci ise şöyle anlatmaktadır:
“Rahmetli Korutürk bundan çok etkilenmişti. Bana kelime kelime tekrarlatarak not etti. ‘Ben bunları Sayın Demirel’e söyleyeceğim’ dedi. Daha sonra ben de kamuoyuna açıkladım.
Fakat Sayın Demirel hükümet kurma çalışmaları sırasında benimle hiç görüşmedi. Ancak belli bir aşamadan sonra bana geldiğinde hükümet için MSP ve MHP ile anlaşmıştı. Onlar, Demirel’in kuracağı bir azınlık hükümetine destek vermeyi kabul etmişlerdi.
‘Benim mesajım size ulaşmadı mı?’ dedim. ‘Ulaştı ama’ dedi. ‘Ben sizi Başbakan olduğunuz sırada çok ağır biçimde eleştirmiştim. Şimdi sizden destek istememem şık olmazdı’ dedi. Ben de, ‘O benim sorunum olurdu’ dedim.
Sayın Demirel, Sayın Erbakan’ın o sıralar kullandığı bir deyimiyle MSP tarafından kerhen desteklenen ve MHP tarafından da dışardan desteklenen bir azınlık hükümeti kurdu.
Yıl sonunda (1979) Meclis’teki bir görüşme vesilesiyle kürsüye çıktım. Türkiye’nin çok ciddi bir bunalım içinden geçmekte olduğunu anımsatarak, bundan ancak iki büyük partinin işbirliği ile demokratik süreç içinde esenliğe çıkabileceğini söyledim.
Ondan sonraki dokuz ay süresince sürekli olarak bir CHP-AP koalisyonu hükümetini önerdim. Fakat olumlu yanıt alamadım. Olumlu yanıt alamamanın ötesinde kamuoyuna etkileyebilecek kesimlerden destek gelseydi Sayın Demirel de daha olumlu bir yaklaşım içine girme zorunluluğunu duyardı.
O arada, sıra Cumhurbaşkanı seçimine geldi. 1961’den itibaren bütün cumhurbaşkanları, iki büyük partinin ve diğer partilerin anlaşmaları yoluyla demokratik bir uzlaşma sürecinde seçilmişti. Bundan da çok iyi sonuçlar alınmıştı.
1980 yılında bunalım büsbütün tırmanmıştı. Siyaset tıkanmıştı. O dönemde bir Cumhurbaşkanlığı krizi doğması olasılığı beni çok tedirgin ediyordu. Onun için Cumhurbaşkanlığı seçimiyle ilgili oylamaların başlamasından birkaç ay önce Cumhuriyet Halk Partisi’nin rahmetli Genel Sekreteri Sayın Mustafa Üstündağ’ı, o sırada Adalet Partisi’nin Genel Sekreteri olan Sayın Nahit Menteşe’ye gönderdim. ‘Bundan önceki Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde olduğu gibi bu sefer de bir araya gelelim, partiler arasında birisinin üzerinde uzlaşma sağlamaya çalışalım’ dedim. Fakat maalesef bu başvurum da kabul edilmedi.
Oysa, sonradan Sayın Kenan Evren’in anılarında okuduk. Bizzat Sayın Kenan Evren, ‘Eğer o aşamada Adalet Partisi ile Cumhuriyet Halk Partisi bir koalisyon hükümeti kursalardı biz müdahalede bulunmazdık’ dedi. Ben ona inanıyorum ki, bir Cumhurbaşkanı üzerinde anlaşsaydık, o bile askerî müdahaleyi önlemeye belki de yeterdi.”
Ecevit, 24 Ocak Kararları’na neden karşı çıktı?
Demirel Hükümeti döneminde alınan 24 Ocak Kararları olarak bilinen, ekonomiyi dışa açma, ekonomik liberalizasyon, özelleştirme, serbest rekabet amaçlı anlayışı hayata geçirmenin tek yolunun bir askeri darbe ile sağlanacak depolitizasyon ortamının olduğu açık bir gerçekti. Nitekim, bu modelin başka türlü uygulanamayacağını daha sonraki yıllarda Özal da sık sık dile getirmişti.
Ecevit, 24 Ocak Kararları’nı şöyle değerlendirmektedir:
“24 Ocak 1980 kararlarına, ilk günlerinden beri karşı çıkmıştım. Bu kararların, ekonomide zamanla bazı olumlu sonuçları görülse bile, sosyal ve siyasal sonuçlarının çok ağır olacağına inanıyordum; ve ekonomiyi düzlüğe çıkarabilmek için o kadar ağır bedellere gerek olmadığı düşüncesindeydim.
Zamanın Başbakanının bazı sözleri de beni o açıdan kaygılandırıyordu. Örneğin, bu kararlar için ‘Başka yapacak bir şey yoktur’ diyordu. Daha sonraları Sayın Özal da aynı anlama gelen sözler söyleyecek, ‘Bu kararların alternatifi yoktur’ diyecekti. Oysa, çok partili demokratik rejim, bir ‘alternatifler’, ‘seçenekler’ rejimiydi. Demokrasi ‘tek yol’cu zihniyetle bağdaşmazdı. Yine zamanın Başbakanı, ‘Bu kararların siyasetle ilgisi yoktur siyasal yönü yoktur’ diyordu.
Bu sözlerden de Türkiye’nin bir zoraki ‘depolitizasyon’ dönemine sürüklenmek istendiği kaygısını duyuyordum; ve 20 Şubat 1980 günü düzenlediğim bir basın toplantısında bu kaygımı şu sözlerle dile getiriyordum:
‘Eğer bu sav, akla mantığa gerçeklere temelinden aykırı olan bu sav, sık sık yinelenecek olursa, bunun demokratik açıdan şöyle bir tehlikesi ortaya çıkar: Günün birinde bazı kimseler, bazı çevreler, “Madem ki, Türkiye’nin karşı karşıya bulunduğu sorunların siyasal yönü yokmuş; madem ki, bu sorunlara getirilen önlemlerin, çözümlerin siyasetle ilgisi yokmuş, o halde bu sorunları çözmek için siyaset adamlarına da gerek yok, siyasal haklara ve özgürlüklere de gerek yok” diyebilirler’ diyordum.
“Bu politikayla ancak Güney Amerika olunur”
Nitekim bu sözleri söylediğimden 204 gün sonra, ‘Bu kararların siyasetle ilgisi yoktur’ diyen başbakan dahil tüm politikacılara siyaset yasaklandı. Tüm siyasal haklar, özgürlükler kısıldı; tüm siyasal partiler kapatıldı. 16 Şubat 1980 günü Meclis’teki bütçe görüşmelerinde yaptığım konuşmada da şunları söylüyordum:
‘Bir zamanlar, “Türkiye’yi küçük Amerika yapacağız” denirdi. Bu ekonomik politikayla büyük Amerika da küçük Amerika da olunmaz, ancak Güney Amerika olunur. Güney Amerika ekonomik modeli de, bir ülkeye, bağımlılaştırıcı dış politikası ile birlikte gelir; güçlüleri semirtip, gitgide güçsüzleşen halk topluluklarını ezici hasta toplum yapısıyla birlikte gelir; ve sömürülenleri hak arayamaz duruma, ezilenleri ses çıkaramaz duruma getiren siyasal rejimleriyle birlikte gelir. Bu ayrılmaz parçaları olmaksızın gelirse, bu model, zaten yürüyemez’ diyordum.
Nitekim kendi siyasal rejimini ve baskılarını getirmeden bu modelin yürüyemeyeceği kısa zamanda görüldü. Sivil hükümet, modeli yürütebilmek için, işçi haklarını kısmayı zorunlu gördü; ve toplu sözleşme ve grev haklarını beş yıl için askıya alacak bir yasa tasarısı hazırladı. Fakat CHP karşı çıktı, bazı sendikalar karşı çıktı; ve hükümet tasarıyı geri çekmek zorunda kaldı.
Madem ki bu modeli uygulayabilmek için işçi haklarını kısmak şarttı; fakat madem ki demokrasi işlerken işçi hakları kısılamıyordu; o halde,bu modeli uygulamak isteyenlere göre, önce demokratik süreç durdurulmalıydı. Nitekim 24 Ocak kararlarından yedi buçuk ay sonra, Meclis kapatıldı; ardından partiler de kapatıldı; tüm siyasal haklar ve özgürlükler kısıldı; ve demokrasi uzun bir tatile çıkarıldı.
Bu modelin başka türlü uygulanamayacağını, daha sonraki yıllarda, kendi Başbakanlık döneminde, Sayın Özal da sık sık söyleyecekti:
‘Eğer 12 Eylül’ün getirdiği rejim olmasa biz bu ekonomik politikaları uygulayamazdık’, diyecekti. Böylece, bu modelin, hele Türkiye gibi henüz gelişme sürecinde bulunan ve demokrasisi kökleşmemiş olan bir ülkede, demokrasiyle bağdaşmayacağını açıkça ve defalarca itiraf edecekti.
20 Şubat 1980 günü bir basın toplantısında yaptığım konuşmada, çalışanların hakları açısından ve demokrasi açısından ciddi tehlikelerle karşı karşıya geldiğimizi belirttikten sonra, şunları söylüyordum:
‘Tehlike artık gerçekleşme aşamasındadır; ufukta değildir, kapının eşiğinde değildir, kapıdan içeri girmiştir; ve ekonomik önlemler adını taşıyan bir Truva Atı biçiminde girmiştir. Bir ekonomik model görüntüsü taşıyan bu Truva Atı’nın içinden, değişik bir rejim modeli ve değişik bir uluslararası ilişkiler modeli çıkmaktadır’ diyordum.
Bir çok ekonomistler ve büyük sermaye çevreleri bu ekonomik modeli alkışlarken, bazı küçük ve orta sanayici kesimleri, 24 Ocak kararlarının ekonomik açıdan da tehlikelerini sezmeye başlamışlardı… Ben, küçük ve orta sanayicilerin kaygılarını paylaşmakla beraber, modelin ekonomik sonuçları bakımından onlar kadar karamsar değildim.
Benim sosyal demokrasi anlayışıma çok ters düşse bile, bu modelin, uzun vadede, örneğin beş-altı yıl içinde, bazı olumlu sonuçlar verebileceğini, ama bunların sosyal ve siyasal bedelinin çok ağır olacağını; o bedeli ödemeden de ekonominin düzlüğe çıkarılabileceğini ve güçlendirilebileceğini düşünüyordum.
“Yokluklar kalkabilir ama yoksulluk artar”
Nitekim, 16 Şubat 1980 günü, Bütçe görüşmelerinin sonunda yaptığım konuşmada şunları söylüyordum:
‘Ben kendimi aldatmıyorum. Bu ekonomik politikayla bir süre sonra yokluklar kalkabilir, ama yoksulluk artar. Yokluklar o kadar kalkabilir ki, tuvalet malzemesinin en nadideleri, yabancı moda evlerinin en lüks giysileri bile piyasaya çıkabilir. Ama hastasına ilaç alamayanlar, üstüne giysi alamayanlar, evine et alamayanlar, çocuğunu okutamayanlar artar.
Gereğince beslenemediği için kavruklaşan insanların sayısı gitgide artar. Bu ekonomik politikayla yakında kuş sütü bile çıkabilir piyasaya ama televizyondaki “Uykudan Önce” programını, bu programda verilen öğüde karşın, süt içemeden seyreden çocukların sayısı artar’ diyordum; ve şunları ekliyordum:
‘Kısacası, bu ekonomik modelle halk kitlelerine refah değil, gitgide daha çok yoksulluk gelir. Toplumda adaletsizlikler, çalkantılar yoğunlaşıp tehlikeli boyutlara ulaşır. Sesini çıkaramasın diye ezilen halkın hakları, özgürlükleri kısılmakla kalmaz, ülkenin bağımsızlığı da sınırlandıkça sınırlanır.’
10 yıl sonra 24 Ocak değerlendirmesi
Ecevit, bu kararların alınmasından 10 yıl sonra ise 10 yıl öncesine ilişkin düşüncelerini açıkladıktan sonra şöyle diyor:
“Ne var ki, 24 Ocak modelinin onuncu yıldönümünde, bu modelin yalnız sosyal ve siyasal açıdan değil, ekonomik açıdan da çok olumsuz sonuçlar verdiğini görüyoruz.
1970’li yılların ikinci yarısındaki dünya ekonomik bunalımı çoktan sona erdiği, ve çift haneli enflasyonlar birçok ülkede yüzde 3’e, 4’e indiği halde, Türkiye’de enflasyon hâlâ yüzde 70 dolaylarındadır. Büyüme hızı ise sıfıra doğru inmektedir. Sınaileşme durmuştur. Tarımda ve sanayide üretim düşmektedir. Dışsatım gerilemeye başlamıştır.
Hükümet yakın zamana kadar dışsatımdaki artışla öğünüyordu. Fakat dışsatım atılımı için de bunca sıkıntıya, fedakarlığa gerek yoktu. Nitekim 1975’te, CHP Hükümeti, dünyadaki ekonomik bunalıma karşın, paramızı pul etmeksizin, dışsatım gelirlerimizi bir yılda dolar olarak yüzde 30 arttırabilmişti. Dışsatımımızda, sanayi ürünlerinin payı da yine o hükümet döneminde yükselmeye başlamıştı.
Demek ki on yıldır sosyal ve siyasal alanda ödenen ağır bedeller boşuna ödenmiş oldu; ve onuncu yıl dolarken ekonomimiz ciddi bir darboğaza sürüklendi.
Ben bu modele, başından beri her yönüyle karşıyım, ama, itiraf etmek gerekir ki, ekonominin on yılda vardığı olumsuz durumdan, modelin kendisi sorumlu değildir; modelin yozlaştırılması ve kendi kurallarıyla tutarsız biçimde uygulanması sorumludur.
“Devletin yerini Özal almaya kalkıştı”
Model nasıl yozlaştırılmıştır? Bir kere ekonomide hakça ve sağlıklı bir yarışma ortamı, rekabet ortamı sağlanamamıştır. Tam tersine, ekonomide, büyükler kayrılırken, küçükler ezilmiştir.
Dışsatım, üretim aşamasında değil, pazarlama aşamasında; yani kaynakta değil, muslukta desteklenmiştir; ve o yüzden, kaynak kurumuş, sınaileşme durmuştur. Bunun sonucu olarak, dışsatım da geçen yıldan beri gerilemeye başlamıştır.
‘Sanayi yatırımlarını devlet yapmayacak, özel sektör yapasın’ denilmiştir; fakat kaynaklar, devletçiliğin en koyu dönemlerinde bile görülmedik ölçüde kamu kesimine akıtılmış, sanayici kaynak darlığıyla karşı karşıya bırakılmıştır. Kamu kesimine akıtılan kaynaklarsa çok savrukça kullanılmıştır.
Merkezi planlama etkisizleştirilmiştir ama ekonomik kararlar hiçbir dönemde görülmedik ölçüde merkezileştirilip keyfileştirilmiştir.
Fiyatlar güya serbest pazar ekonomisi kuralları içinde belirlenecekti; oysa tüm KİT’lerin fiyatlarını iktidar belirlemekte; ve KİT fiyatları bir tür adaletsiz vergiye dönüşmektedir.
24 Ocak Kararları’nın ardından ben, devletin aşırı ölçüde özelleştirileceğinden duyduğum kaygıyı belirtiyordum. Uygulamada ise, devlet, özelleştirilmenin de ötesinde, ‘ÖZALLAŞTIRILMIŞ’tır; yani devletin yerini Özal almaya kalkışmıştır.
Geçen gün Sayın Özal, Amerikan ‘Time’ dergisine verdiği bir paralı demeçte, ‘Benim damarımda ekonomi var’ demiş.
Sayın Özal’ın damarını bilmem ama ekonominin damarında ciddi tıkanıklık var. İnsan damarındaki tıkanıklık, zamanında teşhis edilirse, ‘bypass’la giderilebiliyor. Ekonominin damarındaki tıkanıklığı gidermek içinde bir ‘bypass’ ameliyatı gerekli. Bu hem ekonomiye hem demokrasiye işlerlik kazandıracak bir ‘bypass’ olmalıdır. Bu ‘bypass’ ameliyatı ise, Houston’da veya hastanede değil, Türkiye’de ve sandıkta yapılacaktır.”
1980’LER
12 Eylül darbesiyle birlikte politikacılara siyaset yasağı getirildi. Ecevit, bu süreçte genel başkanlıktan ayrılışını şöyle anlatıyor:
“Ben, 30 Ekim 1980 günü CHP genel başkanlığından istifa ettim. İstifa etmem zorunluydu. Ben Etimesgut’a ayak basar basmaz, havaalanında bize bir tebligat yapıldı. Özgürlüklerimizi sınırlayan bir tebligat. Konuşmamız, demeç vermemiz, yazmamız, çizmemiz, toplantı yapmamız, hatta belli sayının üstünde ziyaretçi kabul etmemiz yasaklanmıştı. Daha Hamzakoy’dayken bize bu tür yasaklara uyarsak serbest kalacağımız söylenmiş, ama ben de Sayın Demirel de reddetmiştik.
Bu yasaklar yetmiyormuş gibi Milli Güvenlik Konseyi Genel Sekreteri Org. Haydar Saltık, biz Ankara’ya döndükten kısa bir süre sonra bir basın toplantısı düzenledi. Bizlerin bir daha parti genel başkanı olamayacağımız anlamına gelen bir açıklama yaptı. Özgürlüklerimizin tümüyle kaldırıldığı sonucu çıkan bir çeşit bildiri yayımlanmış oldu. Ben genel başkan sıfatı taşıdıkça bu sınırlar içinde kalacaktım. Elim kolum bağlı olacaktı. Ben bu yasaklara uymayabilmek için CHP Genel Başkanlığı’ndan istifa ettim. Bunu da arkadaşlarımıza izah ettim.”
“Mücadele edebilmek için istifa ettim”
Ancak, o günkü koşullarda istifanın kabul edilip edilmediği kesin değildi. Ki, kabul edilmesi için yetkili kurulun toplanıp bir karar vermesi de zaten olanaklı değildi. Ecevit, askerlerden böyle demeçler gelmeseydi, “Yine de genel başkan olarak kalacak mıydı?” sorusuna şu yanıtı veriyor:
“Tabii. Her vesileyle vurguladığım gibi, ben serbest kalıp bu sınırlamaların dışına çıkıp, görüşlerimi açıklayabilmek için istifa ettim. Bir yerden mücadelenin başlaması gerekiyordu. Ama ben CHP Genel Başkanı kaldıkça, hiçbir şey yapamayacaktık. Nitekim, istifadan hemen sonra ‘Arayış’ dergisini çıkarmaya, o günün koşullarında, bir mücadele başlatmaya, görüşlerimi açıklayıp, yazabilmeye başladım.”
Ecevit, sade bir Türk vatandaşı olarak mücadelesini sürdürmeye kararlıyı. Ortalıkta ne başka bir genel başkan, ne başka bir politikacı, ne bir parti, ne bir sendika vardı mücadele veren. Ecevit, tek örnekti. Herkes köşesine çekilip beklerken Ecevit açık ve dirençli bir mücadele sürdürüyordu. Ne hapis cezaları, ne yasaklar, bu mücadeleye engel olabiliyordu. Sıkı yönetim yöneticileri büsbütün kızıyorlardı, yeni engeller çıkarmaya çalışıyorlardı.
Arayış dergisi ile demokrasi mücadelesi sürerken derginin 7. sayısı toplatıldı. Nedeni, Ecevit’in “İşkence” başlıklı yazısıydı. Ecevit, Arayış’ta bir süre daha devam edebildi; 30 Mayıs 1981 tarihli 15. sayıya kadar… Milli Güvenlik Konseyi’nin 52 numaralı bildirisiyle Ecevit’in yazması yasaklandı.
Ecevit’in bu bildiriyle susturulmasından birkaç gün sonra MHP’liler Ecevit hakkında suç duyurusunda bulundu. “Yüce” (!) Güvenlik Konseyi’ne yapılan bu suç duyurusunda Ecevit ve CHP, 211 maddelik iddialarla suçlanmıştır. Ecevit, 52 numaralı bildiriye muhalefetten, 4 ay hapis cezasına çarptırılmıştı.
Ecevit, cezaevinde yattığı süre içinde MHP’nin iddialarına karşı 555 sayfalık tarihi CHP savunmasını hazırladı. Bu tarihi savunmada, Ecevit, CHP’de yerleştirmeye çalıştığı sol anlayışı, yani bir anlamda bugünkü DSP’nin ideolojik temellerini de anlatıyordu.
Ecevit, 3 Aralık 1981’den 15 Ekim 1982’ye kadar geçen zaman içinde bir cezaevinde, bir dışarıdaydı. Dışarıda olmasıyla cezaevinde yatması arasında pek de fark yoktu. Özgürlükleri dışarıda da kısıtlanmıştı. Ecevit, cezaevine gönderilmesi ile dışarıda olması arasındaki farkı şu sözle anlatıyordu: “Dışarıda tutsak olmaktansa, hapishanede özgür olmayı tercih ederim.”
“Ecevit, mührü kime verecek?” merakı
Demokrasiye dönüleceğinin açıklanmasından sonra sağda ve solda partiler kurulmaya başlanmıştı. Askeri yönetim döneminde köşesine çekilen politikacılar da bir bir köşelerinden çıkmaya başladılar. Bu dönemde bazı eski CHP’liler, parti kurmak üzere, yasaklı Ecevit’ten izin istiyorlardı. “Ecevit, mührü kime verecek?” diye merak ediyorlardı.
Oysa, Ecevit, askerden icazet alınarak gerçek bir sol parti kurulabileceğine inanmıyordu. Tabandan gelen bir halk hareketine dayanan bir partinin gerçek anlamda, sağlıklı bir sol parti olacağını söylüyordu. Fakat, askerden izin alarak parti kurmayı içine sindirebilenler partilerini birbiri ardına kurdular. Solda Halkçı Parti ve SODEP olmak üzere iki parti kuruldu.
80 sonrası ilk genel seçimlerde (1983) ANAP, tek başına iktidara geldi. 1984’te de yerel seçimler yapıldı.
Ecevit, 7 Nisan 1984’te, International Herald Tribune gazetesinde çıkan, “Siyasal Yaşamın Alacakaranlığında Türkiye” başlıklı yazısında şöyle diyordu:
“25 Mart günü Türkiye’de yapılan yerel yönetim seçimleri, bir iktidar bunalımı ile değil, muhalefet bunalımı ile sonuçlandı. Başbakan Özal’ın Anavatan Partisi seçimlerden açık bir üstünlükle çıkarken, tüm muhalefet partileri onu epeyce geriden izlediler. Dört buçuk ay önceki genel seçimlere katılmalarına izin verilmeyen partilerden ikisi, ‘sol’da SODEP (Sosyal Demokrasi Partisi) sağda da Doğru Yol Partisi. Oy oranları bakımından şimdi, sırasıyla, ikinci ve üçüncü parti durumuna geldiler. Böylece, muhalefetin ağırlık merkezi parlamento dışına kaymış oldu. Ama bunun önemli bir sorun yaratacağını sanmıyorum.
67 il merkezinden 54’ünde belediye başkanlıklarını Anavatan Partisi kazanırken, SODEP 8 il merkezinde kazandı; parlamentoda ana muhalefet partisi olan Halkçı Parti hiçbir il merkezinde belediye başkanlığı alamadı; Anavatan Partisi’nin sağdaki rakipleri olan dört parti ise, il merkezlerinden ancak 5’inin belediye başkanlıklarını aralarında bölüştüler.
Sosyal demokrat olduklarını öne süren iki parti, SODEP’le Halkçı Parti, toplam yaklaşık yüzde 32 oy aldılar. Bunun yüzde 23 kadarı SODEP’in oylarıdır.
Monetarist Anavatan Partisi’nin oyları ise yüzde 42’nin biraz altındadır. ‘Sosyal demokrat’ denen partiler, eskiden Demokratik Sol’un kalesi olarak bilinen il merkezlerinin tümünde yenilgiye uğradılar.
1977’de yapılan bir önceki yerel yönetim seçimlerinde ise, şimdi kapatılmış bulunan ‘Demokratik Solcu’ Cumhuriyet Halk Partisi, yüzde 42’nin üstünde -yani Anavatan Partisi’nin oy oranının biraz üstünde oy almıştı ve 67 il merkezinden 42’sinde belediye başkanlıklarını elde etmişti.
Halk temeline dayanmayan partiler
İlk bakışta, son yerel yönetim seçimlerinin sonuçları, Türkiye’de sosyal demokrasi için büyük bir gerileme gibi görülebilir; ancak bu sonuçlar Türkiye’nin şimdiki siyasal tablosu göz önünde tutularak incelenirse, böyle bir yorumun geçerli olmayabileceği ortaya çıkar.
Bugünkü ‘sosyal demokrat’ partilerin sorunu, doğuşlarından kaynaklanmaktadır. Geçen yılki genel seçimlerden önce kurulan partiler, o sırada askerlerce konulmuş koşullara göre yapılandırılmak zorundaydılar. Bu partilerin, bir halk temeline dayanmaksızın, çatıdan kurulmaları ve tüm kurucularını, ülkeyi yöneten beş komutanın onayına sunmaları gerekiyordu. Hiç kuşkusuz, bunlar, gerçek bir sosyal demokrat veya ‘Demokratik Sol’ parti kurulması önünde aşılmaz engellerdi.
Bu partilerin siyasal anlayış ve davranışları da, daha doğuştan, tüm düşünce ve eylemlerini askeri yönetimce çizilen dar ideolojik ve siyasal çerçeveyle sınırlandıracak biçimde koşullanmıştır.
Böyle bir koşullanmanın etkileri, son seçim kampanyasında açıkça görülmüştür: Gerek SODEP gerek Halkçı Parti, duyarlı konulara değinmekten kaçınmışlardır ve düzene yapıcı ve gerçek bir seçenek getirememişlerdir. O yüzden, ne kamuoyunu etkileyebilmiş ne de kampanyanın düşünsel düzeyini yükseltebilmişlerdir.
Yerel yönetim seçimlerine katılan partiler, kuruluşlarındaki koşullar nedeniyle, halka, hepsi bir kalıptan çıkmış partiler gibi görünmüşlerdir.
Böyle olunca, Anavatan Partisi için, iktidarda bulunmanın avantajları, yerel yönetim seçimlerinde normal olanın üstünde bir ağırlık kazanmıştır. Ortada gerçek ve inandırıcı seçenekler bulamayan halk, bu durumda, belli ki, siyasal dengeyi büyük ölçüde değiştirmeye ve erken seçim isteklerine yol açmaya gerek görmemiştir. O nedenle de, seçmenlerden birçoğu, ideolojik ve siyasal eğilimlerine göre değil, pratik bazı düşüncelerle oy kullanmışlardır. Örneğin, belediyelerine daha çok devlet yardımını garantilemek gibi hesaplar yapmakla yetinmişlerdir.
Öte yandan, Özal, genel olarak Türk halkının, yakın geçmişteki siyasal manzarayı ve yapıları yeniden canlandırmaya hevesli olmadığını fark etmiştir. Türkiye’de geçmişle bağlar öylesine kesin biçimde koparılmıştır ki, Türk halkı kadar gerçekçi bir halk, bu durumda, eski günlere dönüş hayallerine kendini kaptıramazdı. İyimser beklentiler içinde bulunan kimi eski politikacılar bu gerçeği görememişlerdir.
“Özal, yeni gibi ortaya çıktı”
Öteki partilerden farklı olarak, Özal, halkın bu durumundan da yararlanmasını bilmiştir ve kapatılmış partilerden her hangi biriyle özdeşleşme çabasına girmeksizin, yeni bir görüntüyle ve ‘yeni’ gibi gösterilen düşüncelerle ortaya çıkmıştır. Bu ‘yeni’ gibi gösterilen düşünceler, aslında, Adam Smith’in düşünceleri kadar eskimiş olsa bile ve Türkiye gibi gelişme sürecinde bulunan bir ülke için bunlar bir hayli tehlikeli düşünceler olsa bile, Özal ve partisi, kamuoyunda böyle bir izlenim uyandırmayı başarabilmişlerdir.
Toplumun, özellikle de çalışan halk kesimlerinin, şimdi karşı karşıya bulunduğu çetin sorunlar göz önünde tutulursa, bu dönemde, inandırıcı ve çekici bir yeni görünümle ortaya çıkabilmek, bir ‘Demokratik Sol’ parti için çok daha doğal ve kolaydır. Ama yeter ki bu, bugünkü rejimin verdiği tutukluğu aşabilen bir ‘Demokratik Sol’ parti olsun!.. Oysa, genel seçimlerden önce kurulmuş ‘sosyal demokrat’ partiler, isteseler bile bu tutukluğu üzerlerinden atamazlardı. Bunu ancak, genel seçimlerden sonra kurulacak ve halk temeline dayanma konusunda daha şanslı olacak bir ‘Demokratik Sol’ parti başarabilirdi.
Geçmişte, siyasal düşüncelerinden veya çıkarlarından ötürü değil de, aile gelenekleri nedeniyle veya duygusal nedenlerle şu veya bu partiye bağlı kalmış seçmenlerden birçoğu, şimdi, eski siyasal partiler artık yıkılıp yok olduğuna göre, siyasal yelpazedeki gerçek yerlerini daha serbestçe alabilecek durumdadır. Onun için, Türkiye’deki siyasal yaşamın bu alacakaranlık döneminde, sosyal grupların oy verme eğilimleri büyük değişikliklere uğrayabilir, büyük oy kaymaları olabilir.
Ağır sosyal sorunları bulunan ve hızla değişip açılan bir toplumda, seçmenlerin kökleşmiş siyasal bağlardan kopmaları, aslında, sosyal demokrat veya ilerici partiler yararına işlemek gerekir. Nitekim, 1970’lerde öyle olmuştu. O yıllarda, Demokratik Sol tutumu benimseyen ve davranışlarını da ona göre inandırıcı biçimde değiştiren Cumhuriyet Halk Partisi, karşısındaki psikolojik engelleri yumuşatmayı başararak, o zamana kadar tutucu partilere oy veregelmiş işçilerden ve köylülerden milyonlarca taze oy alabilmişti.
Fakat geçen yıl kurulan ve kendilerini ‘sosyal demokrat’ diye niteleyen partiler, siyasal davranışlardaki bu yeni değişim döneminden yararlanamamışlardır. O yüzden de, kapatılan Cumhuriyet Halk Partisi’nin bazı geleneksel oyları sağa kayarken, Demokratik Sol’u destekleyebilecek gür kaynaklardan taze oy çekememişlerdir; sağa yitirilen oyların yeri yeni oylarla dolduramamışlardır. Gerek yapılan gerek doğuştan gelen çekingenlikleri buna elvermemiştir. O kadar eski siyasal konumlarını sürdüren bilinçli sosyal demokratlardan bile bazılarını kendilerine çekememişlerdir.
Tüm bu etkenler göz önünde tutulursa, herhalde şunu kabul etmek gerekir ki, kendilerini ‘solcu’ gibi tanıtan iki partinin son yerel yönetim seçimlerinde aldıkları kötü sonuçlar, Türkiye’de sosyal demokrasinin yenilgisi sayılamaz bu, olsa olsa o partilerin yenilgisi sayılabilir.
Halk temelinden kaynaklanacak ve gereği gibi yapılandırılacak bir sosyal demokrat partiye gereksinme bulunduğu açıktır. Bu gereksinme de, ancak. Demokratik Sol’daki önemli potansiyel gücü etkin biçimde harekete geçirebilecek bir yeni partiyle karşılanabilir. Öyle bir partiyle bu gereksinme karşılanırken, aynı zamanda. Türkiye’de gerçek anlamıyla demokratikleşmenin yolu da açılmış olacaktır.”
DSP’nin kuruluş felsefesi
Bu düşüncedeki Ecevit, yeni bir Demokratik Solcu parti için çalışmalara başlamıştı. Rahşan Ecevit, partinin kuruluş felsefesini şöyle anlatıyor:
“Türkiye’de parti nasıl kurulur? Ya bir avukat, ya bir doktor, ya bir mühendisin yazıhanesinde o ilin seçkinleri bir araya gelirler. Çoğu varlıklıdır. Siyasetten daha da varlık beklerler. On-on beş kişi oldu mu, parti kurulmuş olur ve o ilin veya ilçenin siyaseti artık o on kişi arasında yapılır. Biz bunu kırmak istedik. İstedik ki, sadece seçkinler değil, sıradan insanlar da siyasete girebilsinler, kararlara katılabilsinler. İşte Demokratik Sol Parti’nin kaynağında bu vardır. Bu nedenle çok uzun sürede kurulabilmiştir. Ama sağlam kurulmuştur.
Benim çalışma yöntemim şöyleydi: Örgüt kurulması için 10 kişi mi lazım… İçlerinde bir iki kişi üniversite mezunu olurdu. Diğerlerini o yörenin sıradan insanlarından seçerdim. Örneğin bir esnaf, bir şoför, bir çiftçi, bir işçi, bir ev hanımı, bir kapıcı, bir odacı gibi. Siyasetle ilgilenmek isteyen, dürüst, temiz, çalışkan insanlara da kanal açardım. DSP’nin felsefesi bu kanalı açmaktı.
Yıllarca milletvekilliği yapmış, siyaseti meslek haline getirmiş, onun ticaretini yapmış insanların ilkeli ve tutarlı olamayacaklarını biliyordum. Siyaseti onların tekelinden çıkarmak gerektiğine inanıyorduk. Çatıda hemen bir araya gelenlerin parti kurmaları kolaydır, zor olan tabandan parti kurabilmektir. Tarladan, atölyeden, fabrikadan parti kurabilmektir. DSP, yirmi beş bini aşkın kurucu adayla tek tek görüşerek kurulmuştur.”
DSP, bir bodrum katında kuruldu
14 Kasım 1985’te kurulan DSP’nin kuruluşunu Ecevit, 14. Kuruluş Yıldönümü’nde yaptığı konuşmada şu sözlerle dile getiriyor:
“12 Eylül döneminde de yoğun bir demokrasi mücadelesi verdik. Mücadelenin güçlüklerini göze alamayanlarla yollarımız ayrıldı ve DSP’yi kurduk. Ben o sırada yasaklıydım. Partinin kuruluşuna Rahşan Ecevit öncülük etti. Çok zor koşullarda Genel Başkanlığı üstlendi. Rahşan Ecevit’in, kurucusu olduğu Köylü Dernekleri’nden gelen örgütlenme deneyimi vardı. O deneyimini DSP’ye aktardı.
Paramız yoktu… Fazla bir desteğimiz de yoktu. Ama azmimiz vardı. Rahşan Ecevit, iki odalı bir bodrum katında, bir avuç arkadaşıyla göreve başladı. İğneyle kuyu kazarcasına çalışarak, partinin sağlam bir zeminde güçlenmesine ve doğrultu tutarlılığına ödünsüz özen gösterdi. Bu davranış da, giderek, DSP’ye halkın güvenini kazandırdı.”
Rahşan Ecevit, 23 Kasım 1985’te toplanan ilk Kurucular Kurulu Toplantısı’nda partinin kuruluş amacını “Demokratik Sol Parti, sürekli demokrasi, süngüsüz barış ve sömürüsüz bir düzen için kurulmuştur” sözüyle anlatıyordu. Rahşan Hanım sözlerini şöyle bitirdi:
“Yolumuz açık olsun. Bütün toplumu aydınlatacak meşale, halkın elinde her zaman ışıl ışıl yanar olsun. Özgürlüğü çağrıştıran mavi gökte, barışı ve sevgiyi çağrıştıran beyaz güvercin, her zaman dipdiri uçar olsun…”
DSP, ilk seçimde yüzde 8,5 oy aldı
DSP, bir süre daha örgütlenme çalışmalarını sürdürdü. Kuruluşundan 8 ay sonra yapılan ilk seçimde yüzde 8,5 oy aldı. Bir süre, DSP’nin diğer sol partilerle farkının anlatılmasıyla geçti. Solda bundan sonra, oyları, yapılan her seçimde artan bir parti kurulmuş oldu. 2002 yılına kadar, DSP’nin oyları sürekli artarken, diğer sol partiler oy kaybettiler. DSP, 1991 yılında yapılan seçimlerde barajı geçerek meclise girdi. 1995’te yüzde 14.7 ile solun birincisi, 99’da ise yüzde 22 ile Türkiye’nin birinci partisi oldu.
DSP’nin kurulduğu ilk yıllarda, adı dağlara taşlara yazılan Bülent Ecevit’in açıklamalarına tek sütun bile yer verilmiyordu. Verilen haberlerin bir kısmı da magazinsel içerik taşıyordu. Örneğin, Ecevit, kamyon kasalarında 100-150 kişilik topluluklara hitap ederken haber, “Karaoğlan’ın haline bak!” şeklinde çıkıyordu.
Ecevit’i yeniden başbakanlığa taşıyan süreç, işte bu kamyon kasalarındaki mücadele ile başlamıştır. İnanç, kararlılık, doğrultu tutarlılığı Ecevit’i ve DSP’yi; her zaman görmezden gelinen, küçümsenen bu partiyi bugüne dek yaşatan ve bundan sonra da yaşatacak olan en önemli değerlerdir.
“DSP, kurulu partilerden ayrı ve farklıydı. Kuruluş için uzun süre beklenmesinin ve bu sürede çok titiz bir çalışma yapılmasının elbette nedenleri vardı” diyordu Rahşan Ecevit ve şöyle devam ediyordu: “Biz, yeniden eski hastalıklarla, hastalıklı bünyelerle, ve Konsey’in icazetiyle kurulmuş partilerle elbette bir arada olamazdık. O zaman farkımız ve iddiamız kalmazdı.”
Doğrultu, tutum ve davranış tutarlılığı
Kuruluştan önce verdiği bir demeçte de, partisinin kapısının herkese açık olmadığını “Mevlana” benzetmesiyle şöyle dile getiriyordu:
“Bizim solda birleşme gibi bir düşüncemiz yok. Sağda olduğu gibi, solda da birbiriyle bağdaşmayacak, bir araya gelemeyecek akımlar vardır. Bunlardan bazılarının rejim arayışları ve demokrasiye verdikleri anlam bile değişiktir.
Gerekli olan her türlü solun değil, ‘Demokratik Sol’u içtenlikle benimseyenlerin bir partide birleşmesidir.
Demokrasinin gönlü Mevlana’nın gönlü kadar geniştir. Demokraside her düşünceden, her inançtan olanlara yer vardır. Fakat bir partinin kapısı, Mevlana’nın gönlü gibi herkese açık tutulamaz. Kapısını herkese açık tutan bir ‘Demokratik Sol’ veya sosyal demokrat parti, kendi kimliğini bulamaz, halka güven veremez. Dolayısıyla da, demokraside veya demokratikleşme yolunda üzerine düşen görevleri yerine getiremez.
Demokratik Sol Parti, herkese, her düşünceden insanlara ve topluluklara, ülkede eşit söz ve örgütlenme hakkı tanınmasını savunan, ama kendi içinde doğrultu, tutum ve davranış tutarlılığına büyük özen gösteren bir parti olacaktır.”
Yine aynı dönemde Rahşan Hanım, kuracağı partinin izleyeceği yolun sınırlarını şöyle dile getiriyor:
“Demokratik Sol doğrultuda tutarlılığa ve netliğe büyük özen gösterilmektedir. Partiyi sağa çekebilecek olanlara da, Demokratik Sol’un daha soluna sürüklemeye kalkışabilecek olanlara da, etnik ayrımcılığı, din ve mezhep ayrımcılığını, yerli-yabancı ayrımcılığını güdebilecek olanlara da, kapılar bacalar sımsıkı kapalı tutulmaktadır.
Atatürk milliyetçiliğinden ve laiklik anlayışından en küçük bir ödün tohumu, bu partinin tarlasında yer bulamayacaktır.
Demokratik Sol Parti, Türkiye’nin ve çağımız dünyasının gerçeklerine göre oluşmuş Demokratik Sol düşünce birikimini değerlendirirken, geçmişi diriltmeye çalışmayacaktır. Geçmişin aksaklıklarından, tutarsızlıklarından arınmış, yepyeni bir parti olarak ortaya çıkmaktadır.
… Bu partide kendilerine ‘aydın’ diyenlerin bir ayrıcalığı da bulunmayacaktır. ‘Aydın-halk’ ikiliği gözetilmeyecektir.”
Yani, DSP; eski CHP’den de, SODEP’ten de, Halkçı Parti’den de farklıydı. Ecevit’e göre DSP, “12 Eylül olmasaydı, bölünecek olan CHP’de bizim savunduğumuz ilkelerin yanında olanların oluşturacağı parti” idi.
DSP’nin anlayış ve yapı farkı
Rahşan Ecevit, SODEP’in kendilerine zeytin dalı uzattığı iddiasına şöyle yanıt veriyordu:
“Başka partilerle aramızda kavga yok; anlayış, doğrultu ve yapı farkı var. Bu farklılık yalnız Demokratik Sol veya sosyal demokrasi konusunda değil, salt demokrasi konusunda bile çok açık.
Sosyal demokrat olduklarını söyleyen partilerden en iddialı olanı, programındaki ‘özgürlükler’ maddesinde, uzun uzadıya, özgürlüklerin hangi gerekçelerle sınırlandırılabileceğini, Anayasa’dan aynen aktarılmış sözlerle anlatıyor. Demokratik Sol Parti, program taslağında ise, başta anlatım ve örgütlenme özgürlükleri olmak üzere, tüm demokratik hakların nasıl genişletileceği kesin bir biçimde ortaya konmaktadır.
Bizim ekonomi anlayışımız da, bir tür devlet kapitalizmine dönüşmüş olan klasik devletçiliğe değil, halkçılığa, ekonomide halkın egemenliği ilkesine dayanıyor. Bu ilkenin uygulamada nasıl gerçeklik kazanacağı da program taslağında anlatılıyor.
Kısacası, aramızdaki ayrılık zeytin dalıyla kapatılacak gibi değil. Ayrılığımız, dallardan değil, kökten geliyor.”
DSP’nin resmen kurulacağı günlerde SODEP ile Halkçı Parti arasında da SHP çatısı altında bir birleşme süreci yaşanıyordu. O dönemde Halkçı Parti’nin Genel Başkanı Prof. Dr. Aydın Güven Gürkan, DSP ile ilgili olarak şu değerlendirmeyi yaptı:
“HP ile SODEP’in birleşmesi, tüm sosyal demokratların birleşmesi anlamına gelmez. Sayın Ecevit ile ilişkilerin sıcak tutulması, DSP’nin yıpratılmaması gerektiğine inanıyorum. En azından tarihi misyonu açısından Ecevit’e saygı duyulması ve yıpratılmaması gereğine inanıyoruz. Onlar bugün yeni bir oluşum, yeni bir biçim deniyorlar. Aslında bu biçimi bizim de yapmamız gerekiyor. Ancak, bugün güncel politika ile uğraşmak zorunluluğu nedeniyle yapamıyoruz. Sayın Ecevit’in bu oluşumuna saygı gösteriyoruz.”
Aslında böylece, SODEP ile HP birleşmesini gerçekleştirenler bile, hastalıklı yapının değişmesi gerektiğinin farkındaydılar. Fakat aynı yapı, bugün aynı geleneği sürdüren partide de yaşamakta ve daha fazla yaşanılamayacak bir hal almaktadır.
DSP’nin ilk Meclis Grubu
SHP içinde, birleşmenin ardından bitmeyen bir huzursuzluk ve çatlak vardı. Halkçı Partililer SHP’den ayrılmaya hazırlanıyorlardı. Ayrılan 20 milletvekili, Halk Partisi’ni kurdular ve 76 saat sonra, 29 Aralık 1986’da partiyi feshederek DSP’ye katıldılar. Böylece Meclis’te ilk DSP Grubu oluşmuştu.
6 Eylül 1987 günü yapılan referandum sonucu siyasal yasaklar kalkınca 13 Eylül’de toplanan DSP 6. Kurucular Kurulu, Bülent Ecevit’i oybirliği ile DSP Genel Başkanlığı’na seçti.
1987’de yapılan seçimlerde DSP, barajı geçemeyince Ecevit, genel başkanlıktan ayrıldı. Amacı, Ecevitsiz DSP’nin yaşayabileceğini göstermekti. Öyle de oldu. Tekrar DSP’nin başına geçinceye dek, partisinden tek bir yaprak bile düşmemişti.
1989 yerel Seçimleri’ne doğru, Ecevit yeniden partinin başına geçti. SHP’den ciddiyetsiz işbirliği teklifleri gelmeye devam ediyordu. Seçim kampanyasında basın, SHP’yi ön plana çıkarıyor, Erdal İnönü ve Baykal’ın mitinglerini manşetten verirken Ecevit’in gezileri tek sütunluk haberlerle geçiştiriliyordu. Ecevit, durumu bir örnekle anlatıyordu:
“Manisa’da yaptığımız mitingde meydan tıklım tıklım doluydu. Konuşmamı dinlemeye gelen halk coşkuluydu, heyecanlıydı. Beni izlemek zahmetinde bulunan gazeteciler bu durumu ‘Ecevit’e yoğun ilgi’ biçiminde haberleştirip gazetelerine geçmişler. Ertesi gün baktık, ‘yoğun ilgi’ haberleri gazetelerde ancak tek sütunluk yer bulabilmiş.
Hem büyük miting, hem yoğun ilgi, hem de tek sütunluk bir haber. Bu çelişkiye ertesi gün, haberi geçen gazeteciler de üzüldüler. Bu çelişki, kampanya boyunca sürdü. Sadece gazeteler değil, TRT yayınları da aynı şekildeydi. Mesajlarımızın halka ulaşmaması için basın-yayın araçları adeta işbirliği içindeydiler.”
Fakat, engellemelere karşın DSP yüzde 9.2’lik oy oranıyla barajı geçmeye çok yaklaştığını göstermişti.
Ecevit’in Güneydoğu Anadolu gezisi
Seçimlerin ardından Ecevit, gazeteci kimliği ile Güneydoğu Anadolu’yu dolaşmaya başladı. Burada bölgeden binlerce insanla bir araya geldi, onların sorunlarını ve düşüncelerini dinledi ve yazı dizisini şu sonuç cümleleri ile noktaladı:
“Güneydoğu’nun değişik yörelerinde yüzlerce kişiye mikrofonu uzattım. Genci, yaşlısı, köylüsü, kentlisi, işsizi, sanayicisi diledikleri gibi konuştular.
Hiçbiri ‘cumhurbaşkanlığı’ konusundan söz etmedi… Hatta hiçbiri ‘kültür’ sorununa, ‘anadili’ sorununa da değinmedi… Bölge halkının gündemi, üst düzeyde siyaset yapanların gündeminden de, Avrupa’da ‘Kürt Devleti’ lobileri kuranların gündeminden de çok değişik…
Halk, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne bağlı ve devletten, devletliğini bilmesini istiyor. Onurunu incitmeyen, etkili bir can güvenliği düzeni istiyor… Koruculara ayrılan yılda yaklaşık 50 milyar lira, yatırımlara yöneltilsin, fabrikalar, işyerleri açılsın istiyor. Daha iyi eğitim ve eğitilmiş gençler iş istiyor… Devlet, kendi taşıtını gönderip, köylünün ürününü, hayvanını alsın, köylüyü aracıya muhtaç bırakmasın istiyor… Hakça bir toprak düzeni istiyor.
Çok mu?”
1990 SONRASI
90’ların başında yaşanan Körfez Savaşı’nın yarattığı sıkıntılı süreçte ve Türkiye’nin izlediği yanlış politikaların sonuçlarının yansımalarının giderek daha da ortaya çıktığı bir ortamda Türkiye 91 Seçimleri’ne gidiyordu. Bu seçim sürecinde DSP ile SHP arasındaki derin fark, SHP’nin HEP’le işbirliği yaparak bölücülüğü Meclis’e taşımasıyla iyice belirginleşti.
SHP’den milletvekili olan HEP’liler, Meclis’te bölücülük şovu yaparken, eski HEP (DEP) milletvekilleri bugüne dek Türkiye’nin başına sorun olmaya devam ettiler. Ecevit, İnönü’yü oy uğruna ulusal birlik ve bütünlüğün karşısında olan akımlarla işbirliği yapmakla suçladı ve solun halk üzerindeki imajını zedeleyen bu davranıştan ötürü SHP’yi her fırsatta eleştirdi. Bu seçimlerin ardından Ecevit yeniden Meclis’e girdi.
Seçimlerin ardından DYP-SHP koalisyonu kuruldu. Bir süre sonra da CHP’yi yeniden açma girişimi başladı. Ecevit, bu aşamada bazı önerilerde bulundu ve birkaç koşul ileri sürdü. Bunların hiçbiri CHP’nin son yönetim kurulu tarafından kabul edilmedi ve Ecevit dışlandı.
CHP’nin yeniden açılma girişimlerini, CHP’nin son Genel Yönetim Kurulu üyeleri yönlendiriyordu. Bu aşamada Ecevit, bu girişimden büyük heyecan duyduğunu, ancak bazı koşulların yerine getirilmesi gerektiğini söyledi.
Ecevit, “Demokratik Sol çizgide sağlıklı ve tutarlı bir CHP oluşturulabilmesine katkıda bulunabilecek durumda olursam, üzerime düşenleri yapmayı görev bilirim. Aksi halde benim katkımın bir anlamı ve yararı olmaz. Ben kişisel ihtirasla veya her ne pahasına olursa olsun iktidar hırsıyla politika yapan bir kimse değilim. Seçimle gelmiş olduğum bütün görevlerden, seçimle değil, kendi irademle ayrılmış olmam da bunun kanıtıdır. Ben Türkiye’nin yararına olacağına inandığım bir düşünce akımını güçlendirmek ve iktidara getirebilmek için politika yapıyorum. Bundan ödün veremem.”dedi.
Yeni CHP’nin üç seçeneği
Ecevit’e göre CHP’nin önünde üç seçenek vardı: Açılarken kapanıp SHP’ye teslim olmak; SHP’deki iç muhalefetin başı çektiği küçük bir hizip partisi olmak; Demokratik Sol’da yeni bir CHP olarak kurulmak.
Üçüncü seçeneğin hayata geçirilebilmesi için Ecevit’in ileri sürdüğü koşullar son genel başkan sıfatıyla yeniden açılma çalışmalarına katılmak; SHP’nin sağlıksız, hastalıklı unsurlarına kapıları kapatmak; CHP mirasının manevi değerleri arasında en önemli unsurlardan birini oluşturan “Demokratik Sol” felsefe ve harekete sahip çıkmak. Ecevit, CHP’nin son Yönetim Kurulu üyelerine şöyle dedi:
“Kapatılmış partilerin yeniden kurulması konusuyla açıktan ve ayrıntılara girerek ilgilenen tek genel başkan ben oldum. Gerek komisyon çalışmalarına gerek TBMM genel kurullarındaki görüşmelere parti genel başkanları arasından sadece ben katıldım. DSP’li milletvekili arkadaşlarım da bu çalışmalara eksiksiz katıldılar.
O arada ben, CHP’nin yeniden kurulurken sağlıklı bir yapı ve tutarlı bir doğrultu edinebilmesi için, bunları güvence altına alabilmek için, yoğun bir uğraş verdim. DSP’li milletvekili arkadaşlarımla birlikte bu ilgimi ve uğraşımı yasa Meclis’ten çıkıncaya kadar sürdürdüm. Fakat, bu iyi niyetli ve yapıcı çalışmalarımızdan hiçbir sonuç alamayınca, bir kenara çekilip gelişmeleri izlemeyi uygun buldum.
O arada, CHP’nin son genel başkanlını sıfatını sürdürdüğüm iddiasını gündeme getirdim. Çünkü ben, 12 Eylül 1980 asker müdahalesinin hemen ardından, parti genel başkanlarına uygulanan yasaklara karşın genel başkanlık işlevimi ve demokrasi mücadelemi sürdürebilmek için görevden ayrılmıştım. Her türlü parti toplantısı yasak olduğu için de istifam fiilen işleme konulamamıştı.
Tanıdığım tanımadığım bazı değerli hukukçular bana bu iddiamın haklılığını kanıtlayan raporlar gönderdiler. Fakat ben iddiamı hukuk zemininde izlemedim. Benim bu iddiayı gündeme getirmenin tek nedeni, genel başkanlıktan ayrılmam konusunda yıllardır bana yöneltilen bazı iftiraların haksızlığını ortaya koymaktı.
“Amacımın ne olduğunu açıkladım “
Bazı kimseler CHP’nin yeniden kurulması çalışmalarına şu aşamada daha aktif olarak katılmadığım için beni eleştiriyorlar. Eğer son genel başkan sıfatımın devam ettiği kabul edilseydi, ben, bu sürecin başından sonuna kadar tüm çalışmalara en etkin biçimde katılmaya mecbur olacaktım. Ama bu da istenmedi.
Son genel başkanlık sıfatımın devam ettiği yolundaki iddiamı hukuk zemininde izlemeye gerek görmediğim gibi, ‘yeniden kurulacak CHP’nin Genel Başkanı ben olmalıyım’ gibi bir iddiada da hiçbir zaman bulunmadım.
Ancak, CHP’nin yeniden kurulma sürecinde benden görev istenilecek olursa, bazı koşullarım olacağını, bazı yetkilere gereksinme duyacağımı belirttim. Bunu belirtirken amacımın ne olduğunu da açıkladım.
Böyle bir yetkiye, CHP’nin yeniden kurulması sürecinde sağlıklı bir yapıyı, çağdaş ve tutarlı bir doğrultuyu güvence altına almak için gereksinme duyduğumu belirttim. CHP’ye yeniden genel başkan olmak belki de benim siyasal yaşamımdaki son hizmetim olacaktı; bu hizmetin bir hezimete dönüşmesini göze alamazdım.
Pek çok kimse SHP’deki tutarsızlıklardan, çelişkilerden ve bitmez tükenmez kavgalardan yakınıyor; ve bu sakatlıkların yeniden kurulacak CHP’ye de aktarılmasını istemiyor. Fakat ben, bunu önlemek için ve sağlıklı bir yapıyı, tutarlı bir doğrultuyu güvence altına almak için, bazı yetkilere sahip olmam gerektiğini öne sürdüğümde, aynı kimseler tarafından nedense ‘katı’ davranmakla eleştiriliyorum.
Oysa, bu koşulu öne sürerken, geçmişle ilgili bazı kırgınlıkları bir yana bırakacağımı açıklıkla belirtmiştim.
CHP’nin yeniden kurulması girişimleri sürecinde bende derin hayâl kırıklığı doğuran bir olaya da değinmeden geçemeyeceğim. 1981’de, bütün partilerle birlikte CHP de kapatılırken, Atatürk’ün Türk Dil ve Tarih Kurumları’yla ilgili yasal vasiyeti de çiğnenmiş oluyordu. Yüzlerce yıllık Türk tarihinde böyle bir olay ilk defa oluyordu. Bu son derecede ağır bir hukuk ihlali idi. Üstelik bu hukuk ihlalinin hedefi de Cumhuriyet’in ve Cumhuriyet Halk Partisi’nin kurucusu olan Atatürk’tü.
Atatürk kendi maddi varlığını, bağımsız kuruluşlar olarak oluşturduğu bu iki kuruma bırakmıştı; CHP’ye de bir tür vasilik görevi vermişti. Ben kapatılmış partilerin yeniden kurulma aşamasında bu ağır hukuk ihlalini ortadan kaldıracak bir Anayasa değişikliği önerisinin de getirilmesini beklerdim.
Fakat partilerin yeniden kurulması ile ilgili yasayı hazırlayan SHP ve DYP bu konunun üzerinde hiç durmadılar. Aynı günlerde, bazı Anayasa değişiklikleri ile ilgili bir paketi TBMM’ye sundukları halde, o pakette bu konuyla ilgili bir öneriye yer vermediler. Bu büyük ihmali ve eksikliği gidermek için ben DSP milletvekili arkadaşlarımla birlikte tek maddelik bir Anayasa değişikliği önerisi hazırladım.
Bunu Meclis’te imzaya açtık. Bir günde 37 imza toplayabildik. Fakat SHP’nin yoğun çabası ile o girişimimiz de engellendi. Üstelik CHP’nin son Genel Yönetim Kurulu üyesi arkadaşlarım da nedense bu konu üzerinde hiç durmadılar. O yüzden CHP, yeniden kurulurken, Atatürk vasiyetine aykırı olarak oluşturulmuş bir kuruma vasilik etmek durumunda kalacaktır.
Bunu asla içime sindiremiyorum. Ben, askeri yönetim döneminde, yalnız CHP’ye sahip çıktığım için değil, Atatürk’ü ve Atatürk’ün. yasal vasiyetini savunduğum için de defalarca hapse atılmıştım. Beni çok üzen bir başka ihmalcilik de şu:
CHP’nin manevi mirasının bence en önemli unsurlarından biri ‘Demokratik Sol’ felsefe ve harekettir.
“Demokratik Sol silinmeye çalışılıyor”
1950’de çok partili demokratik yaşama geçilmesini sağladıktan sonra, CHP ilk kez Demokratik Sol felsefe ve hareketle yeni bir canlılık kazanmıştı; ve, 24 yıl sonra ilk kez, birinci parti konumuna ve iktidar partisi durumuna gelebilmişti.
O zamana kadar CHP’ye oy vermeyi aklından geçirmeyen milyonlarca seçmenden de oy alabilmişti. CHP’nin baştan başa yeniden oluşturulan 1976 programı da ‘CHP Demokratik Sol bir partidir’ tümcesi ile başlıyordu. CHP’nin mirasçısı olduğunu iddia eden SHP, ona rağmen, yıllardır ‘Demokratik Sol’ kavramını gündemden ve belleklerden silmeye çalışmaktadır.
‘Demokratik Sol’ kavramını bir yana bırakarak, ‘sosyal demokrat’ niteliğini benimsemiştir. Şimdi, CHP’nin yeniden kurulması sürecinde de, sırf benim ve DSP’nin hatırı kalmasın diye, ara sıra ‘Demokratik Sol’dan, ‘sosyal demokrasi’ ile eşanlamlıymış gibi söz etmektedir. CHP’nin son Genel Yönetim Kurulu üyesi arkadaşlarım da böyle davranmaktadırlar.
Oysa biz CHP’de bu konuyu çeyrek yüzyıl önce, yani 25 yıl önce, uzun tartışmalardan sonra bilinçli olarak karara bağlamıştık. Batı Avrupa’nın bazı sosyal demokrat partilerinden bir ölçüde esinlenmiş olsak bile, bizim o partiler gibi Marksist kökenden gelmediğimizi göz önünde tutmuştuk…”
Ecevit, CHP’nin açılış Kurultayı’na son genel başkan sıfatı ile katılmaya hazırlanıyordu. Fakat, CHP’nin son Yönetim Kurulu durumu tartıştı ve kurul üyesi Erol Tuncer, Ecevit’in istifasının kabul edildiği şeklide bir açıklama yaptı. Böylece, Ecevit’in CHP’ye katılması da önlenmiş oldu. Aynı Erol Tuncer, CHP’nin ilk Kurultayı’nda Baykal’a karşı genel başkanlığa aday oldu. Bu konuda ne denli samimi olduklarını da ortaya koymuş oluyorlardı. Yeni CHP’nin Deniz Baykal’a teslim ediliş süreci de böylece başarıya ulaşmış oldu.
“SHP, dünyadan habersiz bir parti”
11 Eylül 1993 SHP Kurultayı, Ecevit açısından kaygı verici gelişmelere sahne oldu. Ecevit, Kurultay hakkında şu değerlendirmeyi yaptı:
“SHP, dünyadan habersiz bir parti görünümü veriyor. Başta güneydoğu sorununu, terör sorunu, ekonomik sorun olmak üzere Türkiye’nin başlıca iç ve dış sorunları dünyadaki ve bölgemizdeki sorunlarla bağlantılıdır. Oysa, son SHP Kurultayı’nda yarışan dört adaydan hiçbiri bu sorunlara tek bir cümleyle bile değinmemiştir. Adaylardan hiçbiri, örneğin, Bosna-Hersek sorunu, Azerbaycan sorunu, Irak sorunu, Kıbrıs sorunu üzerinde hiçbir görüş açıklanmamıştır. Delegeler de bunu yadırgamamıştır.
Son SHP Kurultayı’nın beni kaygılandıran yönlerinden biri de dört adayın güneydoğu sorunu konusunda teslimiyetçiliğe varan bir ödün yarışına girmiş olmalarıdır.
Kurultay’da Türk toplumu yerine Türkiye toplumu; Türk halkı yerine Türkiye halkı; hatta Türk milleti yerine Türkiye milleti ve Türk sosyal demokratları yerine Türkiye sosyal demokratları deyimi kullanılmıştır. Oysa, aynı kurultayda Bask sorunuyla karşı karşıya bulunan İspanya’dan söz edilirken, İspanya sosyal demokratları değil, İspanyol sosyal demokratları veya Yunanistan sosyal demokratları yerine Yunan sosyal demokratları deyimleri kullanılmıştır.
Böylelikle, SHP Türk sözcüğünü bile kullanmaktan kaçınan bir parti görünümüne bürünmüştür. Oysa, Türkiye bağlamında Türk sözcüğü bir ırkı değil, değişik gruplardan gelmekle birlikte bu topraklarda yüzlerce yıldır kaynaşarak oluşmuş bir ulusu tanımlamak için kullanılır.”
SHP ve yeniden kurulan CHP ile DSP arasındaki farkın iyice belirginleştiği bu süreçte, 27 Mart 1994 Yerel Seçimleri’ne gidiliyordu. Refah Partisi’nin ayak sesleri duyulmaya başlamıştı. DYP ve ANAP’tan RP’ye karşı bir çıkış gelmiyordu. Merkez sağdaki partiler, RP’ye yönelen tabana hoş gözükmek için bu partinin söylemine tepki vermiyorlardı. RP’ye karşı ilk ciddi çıkış Ecevit’ten geldi.
Ecevit, DYP ve ANAP’ı bu konudaki tutumlarından ötürü sert bir dille uyardı. CHP ve SHP ise iç sorunları ile boğuşuyordu. Seçim, iki parti açısından da büyük başarısızlıkla sonuçlanınca, birleşme yolunda adımlar atılmaya başlandı. SHP ve CHP birleşmesi, beklenildiği gibi bir sonuç vermemiş, 2 artı 2, dört etmemişti. Bu dönemde, Ecevit, sağa itilen sol oyları geri kazanmak üzere çalışmalar yürütmeye başladı. Laiklik ve inançlara saygı vurgusu arttı.
“Bunlar sonradan olma solcu”
Birleşen CHP ve SHP’nin başına yine Baykal geçti. Yeni politik paradigması, ABD’de Clinton’ın, İngiltere’de Blair’in öncülük ettiği 3. Yol veya ‘yeni sol’ denilen söylemi Türkiye’de seslendirmekti. Baykal’ın sloganı “Dünyada yeni sol, Türkiye’de CHP” idi. Ecevit, yeni sol söylemini eleştirerek şöyle diyordu:
“Kendilerine yeni sol diyorlar. Bunlar sonradan olma solcu. Demokratik Sol, 1960’lardaki işçi hareketinden doğmuştur. Deniz Baykal’ın ortaya attığı söylemin içi boştur ve gerçekte sola karşıdır. Yani artık dünyada sağ moda, serbest piyasa ekonomisi moda, Türkiye’ye de bunu uygulayalım demeye getiriyorlar. Bunu da ‘yeni sol’ diye yutturmaya kalkışıyorlar.
Belli ki, Tony Blair’e özeniyorlar. O, bu sloganı ortaya attı. Aslında içi boş bir slogandır. İngiltere, klasik bazı sol söylemleri aşmış olabilir. Ama Türkiye henüz o aşamada değil. Kaldı ki, yeni sol diye tanımladıkları birçok yaklaşım, bizim 1960’lı yıllarda geliştirdiğimiz Demokratik Sol anlayışın da çok gerisindedir.”
Yeni CHP’nin ‘yeni sol’ söylemi bir seçim döneminde eskidi. İdeolojik olarak uzlaşma ve tutarlılığın olmadığı partilerde sık sık politika değişikliği olması doğaldır. Nitekim, eskiyen ‘yeni sol’un yerini bir sonraki kampanya döneminde ‘Anadolu Solu’ aldı. ‘Anadolu Solu’, ‘yeni sol’dan da çabuk eskidi ve parti içinde tartışma yarattı.
Son dönemde de, CHP’de artık net bir söylem yerine sosyal demokratlıktan ‘ulusal sol’a, Kemalizm’den sosyal-liberal sentezciliğe dek birçok akım bir arada yaşatılmaya çalışılmaktadır.
1995 Seçimleri’ne gidilirken Ecevit, sağa sıkışan sol oyları yeniden sola kazandırmaya yönelik bir değerlendirme yaptı. Ecevit şöyle dedi:
“Türkiye’de sağcı partilerin yapısı içinde veya tabanında milyonlarca Demokratik sol eğilimli insan var. Ama bizim bazı solcu veya aydın geçinenlerimiz özel yaşamlarında din kurallarına ve geleneklerine biraz fazlaca bağlı olan herkesi sağcı diye, tutucu diye, gerici diye damgalayıp sağcı partilere itmişler.
Oysa onların büyük çoğunluğu hem dinine bağlı, hem de laikliği özümsemiş, geleneklerine bağlı ama, bir toplumu ileri götürebilecek her türlü yeniliğe açık insanlar. Bizim desteğimiz büyük ölçüde o kesimlerden geliyor.”
DSP, 95’te solun birincisi oldu
1995 Seçimleri’nden DSP yüzde 14.7 oyla solun birinci partisi olarak çıkarken, CHP barajı kıl payı geçti. RP ise yüzde 21 oyla birinci çıktı. Ecevit’in önerisi ANAYOL Hükümeti’nin kurulmasıydı. Fakat bu hükümet, Çiller ve Yılmaz arasındaki rekabet ve uyuşmazlık nedeniyle uzun ömürlü olmadı. Ardından REFAHYOL hükümeti kuruldu.
Bu hükümet de, laiklik açısından endişe verici gelişmelere neden olunca, ANAP-DSP-DTP’den oluşan, CHP’nin dışardan desteklediği, ANASOL-D hükümeti kuruldu. Bu hükümetin ilk icraatı, sekiz yıllık zorunlu, kesintisiz eğitimi hayata geçirmek oldu. Bu hükümet, CHP’nin verdiği gensoru ile düşürülünce, yerine DSP Azınlık Hükümeti kuruldu.
DYP, ANAP ve DTP’nin yanı sıra, işçi ve işveren örgütlerinin ortak deklarasyonla destek verdiği Ecevit’e CHP destek vermedi. Ama DSP azınlık hükümeti, diğer partilerin desteğiyle, 188’e karşı 306 kabulle güvenoyu aldı.
DSP Azınlık Hükümeti döneminde, bölücü başı Abdullah Öcalan MİT’in ve ABD’nin ortak operasyonu ile Kenya’da yakalandı ve Türkiye’ye getirildi. O günden itibaren bölücü başının idam edileceği beklentisi oluştu. Ecevit ise yargılamanın adil olacağını, idam konusunda garanti veremeyeceğini belirterek, “Biz, DSP olarak idama karşıyız ve karşı olamaya da devam ediyoruz. Fakat Meclis ve Türkiye’de henüz yeterli destek sağlayamadık Seçimden sonra iktidara gelirsek, idam cezasının kaldırılması girişimlerimizi sürdüreceğiz” dedi
Ecevit’in bu sözleri üzerine bazı partiler (örneğin, MHP) bölücü başının idam edilmeyeceğini belirterek, “Onlar yakaladı, biz asacağız” diye propaganda yapmaya başladılar. Bu propaganda, büyük ölçüde etkili oldu. Dolayısıyla, DSP’nin büyük yükselişe geçen oylarında azalma oldu. Ecevit, “Başarı devletindir” diyerek, Öcalan’ın yakalanmasını siyasal bir şova ve oy avcılığına dönüştürmedi. Yani Öcalan’ın yakalanması, sonuç itibarıyla DSP’ye ilave bir oy sağlamadı.
Ecevit, neden idama karşıydı?
Ancak şunu da belirtmek gerekir ki, Ecevit’in idam cezasına karşı olduğunu açıklaması, doğrudan bölücü başıyla ilgili değildi. Çünkü Ecevit, o tarihe kadar yaklaşık 30 yıldır idama karşı olduğunu ve bu cezanın ilk fırsatta kaldırılması gerektiğini söylüyordu.
İdam cezasının kaldırılmasını istemesinin bir önemli nedeni de şuydu: Çok ağır suçlardan yargılanıp da yurt dışına kaçan ve kaçtıkları ülkelerde yakalanan bazı kimseler, -yaklaşık son 20 yıldır uygulanmamasına karşın- Türkiye’de idam cezası olduğu için iade edilmiyorlardı. Bu da, o suçluların Türkiye’de adalete teslim edilmelerini engelliyordu. Bu itibarla Ecevit’in idam cezasına karşı oluşunu, Öcalan’ın yakalanışıyla ilişkilendirmek kesinlikle doğru değildir.
Ecevit, azınlık hükümetini, ülkeyi sağ salim seçime götürmek için kurmuştu. Zaten o hükümet döneminde yasa çıkarma olanağına sahip değildi. Ancak, yolsuzluk düzeninin önüne geçilebilmesi için hiç olmazsa bankacılık yasasının çıkarılması konusunda Meclis’te grubu bulunan partilerin liderlerinden destek istedi. Fakat kimse destek vermedi.
O dönemde o yasa çıkarılmış olsaydı, yolsuzlukla mücadele de çok önceden başlatılmış ve bozuk bankacılık düzeninden ötürü Türkiye’nin uğradığı kayıplar, daha büyük boyutlara ulaşmamış olacaktı. (Nitekim Ecevit’in, 1999 Seçimleri’nin ardından başbakan olur olmaz çıkarılmasını sağladığı yasalardan biri bankacılık yasası olmuştu.)
18 Nisan 1999 Seçimleri’nde DSP yüzde 22 oyla birinci, MHP yüzde 18’le ikinci oldu. Seçimlerin ardından, FP, TBMM Genel Kurul Salonu’nda, yemin törenine Merve Kavakçı’nın türbanlı olarak girmesini sağlamak istedi. Ancak bu durum Meclis İçtüzüğü’ne aykırıydı. O nedenle DSP’liler, Merve Kavakçı’nın o hâliyle yemin etmesini önlemek için olayı protesto ettiler. Bu sırada Ecevit kürsüye gelerek şu tarihsel uyarıda bulundu:
“Türkiye’de hanımların giyim kuşamına, başörtüsüne, özel yaşamlarına hiç kimse karışmıyor. Ancak burası kimsenin özel yaşam mekanı değildir. Burası devletin en yüce kurumudur. Burada görev yapanlar, devletin kurallarına, geleneklerine uymak zorundadırlar. Burası devlete meydan okunacak yer değildir. Lütfen bu hanıma haddini bildiriniz.”
Ecevit’in bu uyarısı üzerine DSP’liler protestolarını sürdürdüler ve Kavakçı’nın yemin etmesini önlediler.
Kavakçı olayında önemli bir ayrıntı
Bu konuda çok önemli bir ayrıntıyı özel olarak dile getirmek gerekir: Tarihsel uyarısında da vurguladığı gibi Ecevit, hiç kimsenin kılığına kıyafetine karşı değildi. Sadece ve sadece TBMM Genel Kurulu’nda ve komisyon salonlarında kurallara uyulması gerektiğini belirtiyordu.
Nitekim, yaptığı bir açıklamada, Kavakçı’nın TBMM’nin yasama faaliyetlerinin yürütüldüğü yerlerinin dışındaki birimlerinde istediği kıyafeti giyebileceğini ve konuklarını istediği gibi ağırlayabileceğini söylemişti.
Fakat bazı çevreler Ecevit’in mesajındaki bu ayrıntıyı görmezden gelerek, sanki özel yaşamda özgürce kullanılan başörtüsüne de karşıymış gibi bir izlenim yaratmaya çalıştılar.
Seçim sonuçları, hükümeti DSP’nin kurmasını gerektiriyordu. DSP, tek başına hükümet kuracak sayıda milletvekili olmadığı için, MHP ve ANAP ile birlikte Cumhuriyet tarihinin en uzun ömürlü ve uyumlu koalisyonunu oluşturdu.
Türkiye, ekonomik açıdan 1999 yılı itibariyle uçurumun kenarına gelmişti. O nedenle, hükümetin çok köklü yapısal reformları gerçekleştirmesi gerekiyordu. Örneğin, geciken bankacılık yasası bir an önce yaşama geçirilmeliydi. Bu adımlar atılırken, Türkiye, sadece şiddeti açısından değil, verdiği ekonomik yıkım ve can kayıpları açısından, tarihin en büyük iki deprem felaketini yaşadı. Bu durum, hükümetin işini daha da zorlaştırdı. (Örneğin, deprem bölgesinden üç buçuk yıl vergi toplanmadı). Hükümet buna karşın, reformlara ve enflasyonla mücadeleye devam etti.
DSP’nin SESSİZ DEVRİMİ
DSP’nin toplumsal, ekonomik, siyasal ve kültürel hayatın her alanına yeni açılımlar getiren “sessiz devrim”inin en önemli ayağını ekonomik düzen oluşturdu. DSP’nin önderliğindeki koalisyon hükümetinin kararlılıkla hayata geçirdiği reformlar sayesinde ekonomik düzen sağlam, işleyen, güçlü ve sağlıklı bir yapı üzerine oturtuldu.
Bankalar Kanunu ile bankalar sanayiye kaynak aktaran bir yapıya kavuşturuldu;
kamu bankalarının yeniden yapılandırılması-özerk yapılara kavuşturulması ile bu bankalar rant dağıtma kapısı olmaktan kurtarıldı;
Merkez Bankası bağımsızlaştı ve böylece siyasal iktidarın, Merkez Bankası üzerindeki baskısına son verildi, siyasal iktidarların karşılıksız para basması önlendi, Merkez Bankası para politikasının belirlenmesinde tek yetkili ve sorumlu kuruluş oldu;
Gümrük Kanunu ile AB’ye uyum yönünde önemli bir adım atıldı, yolsuzluk ve rüşvetin önüne geçilmesinde etkili oldu;
Kamu İhale Kanunu ile kamu ihaleleri saydamlaştırıldı, ihalelerde siyasal kayırmacılığın önlenmesinde büyük adım atıldı;
Endüstri Bölgeleri Kanunu ile yabancı yatırımlar için ciddi kolaylık sağlandı;
İstihdamı Teşvik Yasası ile işverenlere bazı kolaylıklar getirildi;
Akreditasyon Kanunu ile Türkiye Akreditasyon Konseyi kuruldu ve verilen belgelerin uluslararası alanda kabulü sağlandı;
Sermaye Piyasası Kanunu ile küçük yatırımcıların hakları güvence altına alındı, sermaye piyasası uluslararası standartlarla uyumlu hale getirildi;
tarım kooperatifleri ile ilgili düzenlemelerle tarım satış kooperatif ve birlikleri etkin, sürdürülebilir bir biçimde özerk ve mali yönden bağımsız kılındı;
bireysel emeklilik düzeni kuruldu;
Doğalgaz Kanunu ile ucuz, kaliteli, sürekli, rekabete dayalı doğalgazın tüketicilere sunulması ve bu piyasanın serbestleşmesi, mali açıdan güçlenmesi, saydamlaşması sağlandı;
Tuz Kanunu ile tuz işletmeciliğinin önü açıldı;
Şeker ve Tütün Kanunları ile yurtiçi şeker talebinin yurtiçi üretimle karşılanması ve gerektiğinde dışsatıma yönelik olarak şeker rejimi, üretimdeki esaslar ile fiyatlandırma, pazarlama şart ve yöntemleri düzenlendi.
Yolsuzluk sanıkları tek tek yakalandı
Yolsuzlukla sürekli, ödünsüz, yaygın ve etkin mücadele; Çıkar Amaçlı Suç Örgütleriyle Mücadele Yasası ve Organize Suçlarla İlgili Yasa ile sağlandı. Bu doğrultuda çok sayıda operasyon yapıldı, devleti soyanlarla bankalardan halkın parasını hortumlayanların üzerine gidildi, suç sanıkları tek tek yakalanarak adalete teslim edildi, kimse kayrılmadı, kimse kollanmadı, uzun yıllardır dokunulmayan kimseler bile yakalandı.
Teknoloji Bölgeleri Yasası ile teknolojik gelişmenin, AR-GE çalışmalarının, yazılım sektörünün önü açıldı.
Ama en önemlisi, onlarca yıldır halkımızın belini büken enflasyonun beli kırıldı. Aylık enflasyon yüzde sıfırlara kadar indirildi. Bu kararlı mücadele, birçok bedeli siyaseten ödeme göze alınarak sürdürüldü. Sonuçta kazanan Türk halkı oldu.
Köklü Anayasa değişiklikleri yapıldı. AB ile uyum konusunda birçok yasa çıkarıldı. İdam cezası kaldırıldı. Kültürel haklar genişletildi. Cumhuriyet’in ilk yıllarında çıkarılan Medeni Kanun sil baştan yenilendi; kadın-erkek eşitliği yönünde büyük adım atıldı; kadınların hakları genişletildi.
3.5 yıl içinde 384 yasa çıkarıldı.
AB’ye ön koşulsuz üye adaylığı
1999 Helsinki Zirvesi’nde, Türkiye’nin AB’ye eşit koşullu, ayrımsız üye adaylığı sağlandı. Kıbrıs ve Ege’deki haklarımızda hiçbir ödün verilmedi. DSP Genel Başkanı Zeki Sezer, 17 Aralık 2004 tarihli açıklamasında Helsinki Zirvesi’ne ve 17 Aralık Brüksel Toplantısına ilişkin şu değerlendirmeyi yaptı:
“AB üyeliği Türkiye’nin tarihten gelen hakkıdır. Ülkemiz 1963’ten bugüne dek bu yolda kararlılıkla hareket etmiş ve tarihten gelen bu hakkını gerçekleştirmek için çaba göstermiştir. Sonunda, ülkemizin AB’ye üye adaylığı, 1999 yılındaki Helsinki Zirvesi’nde koşulsuz ve ayrımsız bir biçimde kabul edilmiştir.
Aslında AB, 1999’da da başta Kıbrıs ve Ege konuları olmak üzere ülkemize kabul edemeyeceği dayatmalarda bulunmak istemiştir. Ancak dönemin Başbakanı Sayın Bülent Ecevit, bu koşullar altında Helsinki Zirvesi’ne katılmayacağını açıklamıştır.
Bunun üzerine Verheugen ve Solana gibi AB’nin önde gelen politikacıları zirveden bir gün önce (10 Aralık 1999) gece yarısı özel bir uçakla Türkiye’ye gelerek, Ecevit’e, ülkemizin AB’ye üye adaylığı konusunda herhangi bir koşul öne sürmeyecekleri güvencisini vermişlerdir.
Verheugen ve Solana ayrıca, AB Dönem Başkanı Paavo Lipponen’in güvence mektubunu da Ecevit’e iletmişler ve bu güvenceyle Ecevit’i 11 Aralık 1999’daki Helsinki Zirvesi’ne katılması için ikna edebilmişlerdir.
DSP’nin başında bulunduğu 57. Hükümet, bu karardan sonra AB ile uyum açısından çok sayıda yasal düzenleme gerçekleştirmiştir. AKP Hükümeti de bu düzenlemelere katkıda bulunmuştur. Ancak aynı hükümet, 1999 yılında kazandığımız, -başta önkoşulsuz ve ayrımsız üyelik hakkı olmak üzere- hiçbir hakkın takipçisi olamamıştır. Kabul edemeyeceğimiz dayatmalara ve koşullara boyun eğme noktasına gelmiştir.”
“Köy-kent” dünyaya örnek oldu
Köylünün kalkınması yolunda önemli bir adım olan köy-kent projesi Dünya Bankası Başkanı Ajay Chhibber tarafından dünyaya örnek kalkınma projesi olarak gösterildi.
Önceden devletin giremediği cezaevlerinde denetim ve can güvenliği sağlandı.
1960’lardaki işçi mücadelesine dayanan Demokratik Sol Hareket, yine çalışma yaşamında iki büyük çalışmaya imza attı. Önce 50 yıldır tartışılan fakat bir türlü çıkarılamayan işsizlik sigortası, ardında da iş güvencesi yasası çıkarıldı. İş güvencesi yasası, işçi temsilcilerinin görüşü alınarak; katılımcı demokrasi uygulanarak uzlaşı ile gerçekleştirilmiştir. Bu yasalarla birlikte işçi hakları yine Demokratik Sol ile genişletilmiş oldu.
Ancak, bu arada, Ecevit’in geçici rahatsızlığıyla ilgili olarak sürekli yayınlar yapıldı. Bu yayınlar halkımız üzerinde etkili oldu. Yapılan reformların etkisi de henüz tam olarak hissedilmeden Türkiye baskın bir erken seçime sürüklendi.
Oysa daha yapılacak çok iş vardı. En sıkıntılı dönemlerinde bile sosyal politikalarla ilgili çalışmalar yapan hükümet, aldığı köklü önlemlere ek olarak halkı rahatlatacak sosyal politikaları daha da hızlandıracaktı. Önündeki 1.5 yıllık süreyi özellikle sosyal politikalar için değerlendirecekti.
Ancak baskın seçim yüzünden hükümet, ne yaptıklarını anlatabildi, ne de yeni yapacaklarını duyurabildi. Dolayısıyla seçimde de bilinen sonuçlar alındı.
Zeki Sezer, DSP Genel Başkanı oldu
Ecevit, seçimlerden sonra genel başkanlıktan ayrılacağını açıkladı. 24 Temmuz 2004’te toplanan DSP 6. Olağan Kurultayı’nda, Zeki Sezer, DSP Genel Başkanlığı’na seçildi. Sezer, Kurultay’da şu mesajları verdi:
“Biz Demokratik Solcular Sayın Ecevit’ten çok önemli ve çok onurlu bir miras devralıyoruz. O’nun özveriyle oluşturduğu ilkelerin takipçisi olmayı sürdüreceğiz.
Bu hükümet dış politikada kendini akıl almaz bir teslimiyetçiliğe teslim etti.
Ulusal çıkarlarımız sürekli gözardı ediliyor.
Ülkenin geleceği ipotek altına sokuluyor. Kıbrıs’ta, Kuzey Irak’ta maceracı bir edilgenlik sergileniyor.
Milleti hatta Meclis’teki kendi çoğunluğunu bile Avrupa Birliği’nden tarih alma sevdasıyla oyalıyor.
Bu tarihin, Türkiye için aslında yeni bir oyalamanın tarihi olabileceğini hiç hesaba katmıyor.
Benzer bir AB istismarını, benzer bir göz boyama açlığı ile Tansu Çiller ile ortağı bundan on yıl önce sergilemişti.
Bugün Türkiye’nin dış ticarette sürüklendiği bataklık, o günlerdeki “Gümrük Birliği eşittir Avrupa Birliği” sahteciliğinin sonucudur.
Benzer sahteciliğe bugün de tanık oluyoruz.
“Tarih alma eşittir AB üyeliği” diye sunuluyor.
Bu sahteciliğin faturası ise korkarım on yıla varmadan önümüze konacaktır.
AB’nin müzakere tarihi vermesi üyelik için tek başına bir güvence değildir.
Gerçekte AKP kendine güvence arıyor.Laikliği aşma ve ulusal devleti sulandırma hesabının güvencesi…
AB üyeliği DSP için de, Türkiye için de başta gelen bir hedeftir.
Türkiye alternatifsiz değildir. Alternatif Demokratik Sol Parti’dir.
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde göremediğimiz o muhalefet burada, bu salondadır.
Ülkenin siyasî muhalefeti, gerçek muhalefeti bizleriz.
Bu kurultayda bunun ilk adımını hep birlikte atacağız.
Çünkü genç DSP, Ecevit’in mirasını ve Ecevit’in ilkelerini, yine Ecevit’ten aldığı ve alacağı güçle zenginleştirecektir.
Yeniden yoksulun, işsizin, emeklinin, emekçinin, girişimcinin, esnafın çaresi olacaktır.
Demokratik Sol Parti’ye oy vermiş olanların yeniden ilgisini ve güvenini çekmek birinci görevimizdir.
Bu kurultayda vereceğiniz kararla bunun ilk adımını siz atacaksınız.
Hep birlikte Türkiye’nin önüne yeni hedefler koyacağız.
Bunları ev ev, sokak sokak, köy köy halkımıza anlatacağız.
Çağdaş, demokratik, laik cumhuriyetimiz DSP bayrağı altında daha güvencede olacaktır.
DSP, inançlara saygılı laikliği kararlılıkla savunan bir partidir.
Bu ilkeyi programına geçiren Türkiye’nin ilk ve tek partisidir.
Demokratik Sol Parti siyasetin en güçlü alternatifi olmaya kararlıdır.
Bunun için köylünün, esnafın, işçinin, emeklinin, yoksulun çaresizliğine son verilecek, emeğin ve girişimcinin önü açılacaktır.
Köy kentler, küçük ve orta ölçekli işletmeler, tarımsal üretim birimleri çağdaş bir düzeye çıkarılacak.
Bilgi toplumunun bütün olanakları toplumsal üretimin emrine verilecektir.
Üretimin zenginleştirilmesi için üniversitelerden ve tekno-kentlerden en üst düzeyde yararlanılacaktır.
Meslekî eğitimi yaygınlaştırıp, bu eğitimden geçenlere iş güvencesi sağlayacağız.
Bölgesel ve uluslararası gerçekleri de dikkate alan, ilkeli ve onurlu bir dış politika partimizin temel ilkesidir.
Avrupa Birliği ve Amerika Birleşik Devletleri’yle olan ilişkilerimizde her şeye ‘evet’ diyen bir ülke değil, eşit ve onurlu bir muhatap olacağız.
Devletimizi, onların tüm isteklerini, beklentilerini yerine getirmeye amâde bir ülke olmaktan kurtaracağız.
Türkiye Cumhuriyeti, ekonomik sıkıntılarını IMF’ye, siyasî ve toplumsal sorunlarını ise AB’ye havale eden bugünkü yüz kızartıcı konumdan kurtarılacaktır.
“DSP, geleceği gençlerle birlikte yaratacak”
Genç DSP, önümüzdeki yıl 20 yaşına basacak.
Gençlerimizi ve kadınlarımızı toplumdaki ağırlıklarına ve değerlerine layık bir konuma ulaştıracağız.
Onları, üretime katmanın yollarını araştırıcağız.
Bu alanda üniversitelerden, KOBİ’lerden, tekno-kentlerden destek sağlanacaktır.
Demokratik Sol Parti insanî değerlere sonuna kadar inanan ve insanı her anlamda ve alanda yüceltecek bir felsefeye, inanca ve inançlı kadrolara sahiptir.
Demokratik Sol Parti geleceği gençlerle birlikte ve gençler için planlayacak ve onlarla birlikte yaratacaktır.
Toplumdaki köhnemiş tüm alanlara ve kurumlara el atacak ve yeniden yapılandıracaktır.
Bugün vereceğiniz oylar, ülkedeki muhalefet boşluğuna son verecek ilk adım olacaktır.
Güçlenen Demokratik Sol Parti önce muhalefet boşluğunu dolduracak, daha sonra da iktidar alternatifsizliğine son verecektir.
AKP toplam seçmenin dörtte bir oyuyla Meclis’te ele geçirdiği üçte ikilik haksız çoğunlukla bugün tek kale bir maç yapıyor.
Rejime ve halka karşı yaptığı haksızlık ve arsızlıklar, siyasette bunalımlara yol açacak ve beklemedikleri bir seçime sürükleneceklerdir.
Böyle bir erken seçim için ilk hazırlığı bu kurultayla biz başlatmış olacağız.
Bugün vereceğiniz karar önce Demokratik Sol Parti’nin, sonra da Türkiye’nin yolunu açacak ve aydınlatacaktır.”
BİR İDEOLOJİ OLARAK DEMOKRATİK SOL
Sol, her şeyden önce halktır, halkçılıktır, halk merkezli politikadır. Ama sol ideolojiler arasında çok derin farkların olması da çok doğaldır. Her toplumun kendine özgülükleri olduğu gibi toplumların solculukları arasında da kendine özgülükler vardır. Solculuğu Batı’dan ithal edilmiş ve durağan bir siyasal yaklaşım olarak gören çevrelerin sol adına başarılı olamayacakları açıktır.
Bu tür bir sol anlayışta, doğal olarak, her zaman bir kimlik arayışı olacaktır; çünkü ülkesinin gerçekleri ve halkının değerleri üzerine kurulmamış bir sol, önce kendi kendisine, sonra da topluma yabancılaşır.
Bu çerçeveden hareketle Türkiye’ye özgü solculuk üzerinde durulmalıdır. Halkın kültürel değerleri ile çatışmayan, onlarla barışık olan; dürüstlüğü, zenginlikte sosyal adaleti ve hakça paylaşımı temel alan; laik ve gerçeklik kazanmış demokratik bir anlayışla hareket eden solculuk, Demokratik Solculuk’tur. Dış politikada ulusal çıkarı ve ulusun onurunu gözeten, iç politikada da, ulus anlayışını ulusal birlikle bağdaştıran bir solculuktur Demokratik Sol.
Yerli ve insancıl bir sol anlayış
Bülent Ecevit, Demokratik Solculuğu Türk kültürünün özünde keşfetmiştir. Yani Demokratik Solculuk, bir icat değil, keşiftir. Oysa solculuk iddiası taşıyan diğer ideolojiler birer icattır ve mekanik bir yapıya sahiptir. Ama insan zihni mekanik değildir. O yüzden de bu ideolojiler insan doğasına aykırıdır.
Ülkemizde ise diğer sol ideolojiler ya bâtıl, ya batıl ya da her ikisidir. Batıldır; çünkü Batı’nın filozoflarının savlarını temel alır ve son derecede taklitçidir; Türk halkının değerleriyle çatışır. Bâtıldır; çünkü dogmatik söylemler içermektedir ve bilimsellik iddiası taşısa bile bir noktadan sonra bilimsellik adına dogmatizme saplanır. O nedenle, Demokratik Sol, özenti ve taklitten uzak, yerli ve insancıl bir sol anlayıştır.
Demokratik Solculuk kurtuluşu, 19. Yüzyılın sonlarında ortaya çıkan düş ülkeci (ütopyacı), çağdışı ideolojilerde; tüm insanlığı kasıp kavuran, ahlâksal ve ekonomik çöküntü yaratan, özgürlükçü görünüp gerçek anlamda özgürlüğü yok eden sistemlerde değil; Türkiye’nin ve dünyanın gerçeklerini doğru okuyarak akılcı çözüm üretmekte görmektedir.
Bu anlamda DSP, Türk siyasetinde tek olma özelliğini de korumaktadır. Diğer siyasal oluşumlar ise Demokratik Sol’un bu anlayışı karşısında gittikçe marjinalleşmekte ve inandırıcılığını yitirmektedir. DSP’de toplumsal, siyasal, kültürel ve ekonomik sorunlara karşı geliştirilen paradigmalar da hep bu gerçekçi ve tutarlı anlayışın sonucudur.
Sosyalist sistemler neden çöktü?
Taklitçi bir yaklaşımı sergilemek, tüm sol ideolojiler için kaçınılmaz bir hâl almıştır. Çünkü geleneksel sol, o arada sosyalizm (Burada “sosyalizm”, toplumumuzda “komünist ülkeler” olarak bilinen sistemin adı anlamında kullanılmıştır), yaşama olanağına sahip değildir. Özellikle, geçmişte sosyalizmin uygulandığı hemen hemen bütün ülkeler bu sistemden vazgeçmişlerdir. Yani sosyalizm, çökmüştür.
Sosyalizmin çöküş nedenlerine kısaca değinecek olursak: Bu sistemin zayıflıkları arasında yer alan önceliklerin yönetim tarafından belirlenmesi ve piyasa sinyalleri gözardı edilerek belirlenen ölçüler, planlar; zayıf maliyet hesabı ve kontrolü; hantal örgütlenme ve hiyerarşi; bilgi akışındaki sağlıksızlıklar; yolsuzluklar; eleştirelliğin bastırılması; diğer bürokratik hastalıklar; yenilenmeyen ve döküntüye dönen kamusal altyapı; artan mali anarşi ve örgütlü suç; toplumun içinde teknolojik yenileşmeyi gerçekleştirecek dinamizmin olmaması sosyal ve siyasal yıkımı hazırladılar.
Demokratik Sol, öteden beri böyle bir yolu reddetmiştir. Batıda başarılı olan sosyal demokrat hareketler de Sovyetler Birliği’nde ve diğer 2. Dünya ülkelerinde (sosyalist ülkeler) uygulanan sosyalizmden ayrılmışlardır. Batı sosyal demokrasisinin kökeninde her ne kadar Marksizm bulunsa da, uygulamada Marksist kökenlerinden büyük ölçüde sıyrılmışlardır.
DSP Genel Başkanı Zeki Sezer, Demokratik Sol’u ve batıdaki sosyal demokrasiyi şöyle değerlendirmektedir:
“Demokratik Sol Parti, Türk ulusunun kendine özgülükleriyle yoğrulmuş, toplumsal değerlerle barışık, toplumun –bölücü ve yıkıcılar dışında- hiçbir kesimiyle çatışmayan, evrensel sol değerlerle ulusal değerleri kaynaştıran bir ulusal sol partidir.
Demokratik Sol, diğer sol düşüncelerde olduğu gibi çelişkiler içinde boğulmamıştır. Örneğin, uluslararası sömürgeciliğe -emperyalizme- karşı dururken ulusalcılığı yok saymamış, tam tersine temel almıştır. Ulusun gücüne her fırsatta güvenmiştir. Ama bazı solcu olma iddiası taşıyan düşünceler ‘sol evrenseldir’ deyip ulusalcılığı dışlamış ve sonuç olarak da toplumsal dayanışmayı kurmakta zorluk çekmişlerdir. Oysa dünya üzerindeki her ulus birbirinden farklı özelliklere sahiptir; birbirinden farklı özellikleri nedeniyle solculuk anlayışları da aynı değildir. Demokratik Sol Hareket, bu ayrımı iyi değerlendirmiş ve ülkemizin en özgün sol ideolojisini oluşturmuştur.
Ayrıca Cumhuriyetimiz, büyük bir bağımsızlık mücadelesinden, sömürgeci devletlerin üzerimizdeki amaçlarına karşı yürütülen bir topyekün mücadeleden; ulusal kurtuluş savaşından doğmuştur. Partimiz, bu mücadelenin öncüsü olan büyük Atatürk’e inançla bağlıdır. Dolayısıyla Atatürk’e inançla bağlı bir partinin bu konuda farklı davranması da düşünülemez.
Niçin sosyal demokrasi yerine “Demokratik Sol”?
…. Neden ‘Demokratik Sol’ terimini kullandığımızı da belirtmek isterim.
Ecevit’in, CHP’de ve Türkiye’de başlattığı yeni akım gerçi Batı Avrupa’nın sosyal demokrasisinden büyük ölçüde esinlenmişti; ama Marksist kökenli değildi. Gerçi Batı Avrupa sosyal demokratları da uygulamada Marksist kökenlerinden büyük ölçüde kopmuşlardı; ancak hâlâ Marksist kuramın ve kültürün etkisi altındaydılar. Çözümlemelerinde, simgelerinde, sloganlarında, söylemlerinde o etkinin izleri sürmekteydi.
Fakat bir yandan da, uygulamada Marksizm’den büyük ölçüde uzaklaştıkları için, dogmatik Marksistler tarafından saptırmacılıkla, hatta ihanetle suçlanıyor ve böyle suçlamalar karşısında kendilerini sürekli savunmak zorunda kalıyorlardı.
Bazı sosyal demokrat partiler Marksizm’i kendilerinin daha doğru yorumladıklarını da ileri sürüyorlardı.
Oysa Ecevit’in CHP’de başlattığı akımın Marksizm’le bir tarihsel bağlantısı yoktu. Onun için, Marksist kültürün etkisi altına girmeyi de dogmatik Marksistlerin oklarına hedef olup savunmada kalmayı da anlamsız ve gereksiz buluyordu.
Biz Türk toplumunun özelliklerine ve değişen dünya koşullarına uygun, çağdaş ve özgün bir sol akım oluşturduk. O nedenle, ‘sosyal demokrasi’ yerine ‘Demokratik Sol’ tanımlamasını seçtik. Bu bilinçli bir seçimdi.
İşçi hakları için verilen ve kazanılan mücadele
Bu seçimin uygulamadaki sonuçlarını ise şunlardı:
Batı’nın Marksist kökenli sosyal demokrat partileri, sınıf ayrılıklarının daha belirgin olduğu bir çağda birer işçi hareketi olarak, salt işçi hareketini temsil eden partiler olarak doğmuşlardı. Bizim Demokratik Sol Hareketimiz de 1960’lı yılların başlarında demokratik işçi hakları için verdiğimiz ve kazandığımız mücadelenin bir ürünüdür.
Fakat, Demokratik Sol, işçi haklarının yanı sıra ülkemizin kendine özgü koşulları nedeniyle köylü haklarına da büyük önem vermiştir. Çünkü bugün bile nüfusumuzun yarıya yakını köylüdür ve bunlar da toplumun en çok ezilen, buna karşılık hak arama olanaklarından en yoksun olan bir emekçi kesimidir.
Öte yandan, küçük girişimciler, özellikle esnaf ve sanatkârlar, gerek Türk ekonomisinde, gerek Türkiye’nin sosyal yapısında ve siyasal yaşamında çok etkili bir yer tutmaktaydılar. Girişimciliğin de fidanlığı idiler, ama onlar da büyük engellerle karşı karşıya idiler. Şimdi de KOBİ’ler aynı durumdadır.
Batı’nın sosyal demokrat partilerinden farklı olarak biz bu kesimlerle de yakın ilişki kurabilmeyi, onların da gereksinmelerini karşılayabilmeliyi amaçladık.
Türk toplumunun bir başka özelliği ise çoğunluğun, özel yaşamlarında din kurallarına ve geleneklere bağlı olmakla birlikte, yeniliklere açık, laikliğe uyum sağlamış, demokrasiyi özümsemiş ve sosyal adaletçi olmasıdır.
Yine büyük bir çoğunluk, asla faşist, ırkçı veya yayılmacı eğilimler taşımaksızın, Atatürk’ün belirlediği anlamda milliyetçidir ve emperyalizme karşıdır.
Enternasyonalizm ve emperyalizm çelişkisi
Buna karşılık, Batı’nın sosyal demokratları, bir yandan Batı emperyalizminin kendilerine sağlamış olduğu kazanımlara sahip çıkarken; bir yandan da Marksizm’in enternasyonalist niteliğini benimser görünme zorunluluğunu duyuyorlardı. Yani Batılı sosyal demokratlar emperyalizmle enternasyonalizm arasında sıkışıp kalmışlardı.
Oysa Türkler, Osmanlı çağında bile, sömürgecilik anlamında emperyalist olmamışlardı. Tersine, ‘imparatorluk’ denen Osmanlı Devleti’nin en çok sömürülen, en geri bırakılmış, hatta yüzyıllarca yönetimden dışlanmış ögesini Türkler oluşturuyordu. Yani bizim korumaya değer bir emperyalist birikimimiz, kazanımımız yoktu.
Türk toplumunun özellikleri nedeniyle, biz bağnaz olmadan dindar, tutucu olmadan özel yaşamında geleneklere bağlı; faşist, yayılmacı veya ırkçı olmadan milliyetçi; ve demokrasiyi ve laikliği de, sosyal adalet ilkesini de benimsemiş milyonlarca insanımızı, çağdaş ve demokratik bir sol anlayışta kucaklamak zorundayız. Yoksa onlar, köktendinci ya da faşist veya ırkçı eğilimli grupların tutsaklığına mahkûm edilmiş olabilirler.
Fakat Batı özenticisi bir ‘sosyal demokrasi’ kavramıyla, Türk toplumunun bu geniş kesimlerini kucaklayabilmek çok zordur. Böyle bir zorlukla gereksiz yere uğraşmaya mecbur kalmamak için de sosyal demokrasi yerine ‘Demokratik Sol’ kavramını oluşturup benimsedik. Bu kavramın içeriğini Ecevit, CHP’nin son yıllarında özenle oluşturmaya başlamıştı; DSP döneminde de daha çok zenginleştirip çağdaşlaştırdı.”
Halkçılıkla milliyetçiliğin nasıl bağdaşır?
DSP’nin solculuğunun önemli bir özelliklerinden birisi halkçılıktır. Demokratik Sol’un kurucusu ve kuramcısı olan Ecevit, halkçılıkla milliyetçiliğin nasıl bağdaşabileceğini şöyle açıklamaktadır:
“Halkçılık; çalışan halkı, köylüyü, işçiyi, memuru onları sömürenlerden çok düşünmektir. Peki milliyetçilik nedir? Milliyetçilik de bizim hükümetin Kıbrıs’ta yaptığıdır. İkisi arasındaki ayrım bu. Peki milliyetçilikle halkçılık ne zaman, nasıl bir araya gelir? Bir yandan haşhaş ekimine izin verip köylüyü kurtarırsınız, bir yandan da haşhaş kararıyla dünya karşısında Türk milletinin haysiyetini kurtarırsınız. İşte halkçılıkla milliyetçilik böyle birleşir.” (05.07.1975/Konya)
Ecevit, Türk toplumunda neden halkçılığa veya neden halkçı bir tutuma gereksinim olduğunu şöyle anlatmaktadır:
“Atatürk yalnız saltanatı sona erdirip Cumhuriyet’i kurmakla ve kadın-erkek eşitliğini sağlamakla değil; aynı zamanda, Türk halkında, kendi yeteneğine inanma duygusunu, ulus bilincini ve şovenlikten uzak çağdaş milliyetçiliği geliştirmekle ve laiklik ilkesini getirmekle de, çağdaşlaşmanın ve demokrasinin yolunu açmıştır.
Bu duyguyu, bilinci ve ilkeyi de ‘halkçılık’ temeline oturtmuştur. Teokratik devletin demokrasiye olanak tanımayan ‘ilahî irade’ iddiasının yerini halk iradesi kavramı almadıkça, toplum bir ölçünün ötesinde çağdaşlaşamayacağı gibi, demokrasiye de geçemezdi.
Gerçi bizim bazı solcularımız, halkçığı, ‘popülizm’
diye tanımlayarak hafife alma eğilimindedirler. Çok partili demokrasiye geçildikten sonra, siyasette, halkçılığı ‘popülizm’ gibi uygulayanlar da görülmüştür.
Halkta kendine güven duygusu uyandırma
Atatürk’ün halkçılığı ise, popülizmden değil, halkta kendi kendine saygı ve güven duygusu uyandırma isteğinden kaynaklanıyordu. Başka türlü ‘ilahî irade’ iddiasının karşısına, halk iradesiyle çıkılamazdı; halk iradesine etkinlik kazandırılmadıkça da ne laiklik ne demokrasi gerçeklik kazanabilirdi.
Ancak, Atatürk’ün düşündüğü anlamdaki halkçılığa karşın, toplumsal kültürümüzdeki aydın-halk ikiliği, ve kendini ‘ilerici aydın’ diye tanımlayan kesimle halk arasındaki kültür çelişkisi, hâlâ, yeterince giderilememiştir.”
Demokratik Sol’da, bireysel özgürlüklerin geliştirilmesi ve güvence altına alınması büyük önem taşır. Yani, Demokratik Sol, özgürlükçü bir toplumsalcılıktan yanadır. Bu kapsamda, bireyin dinsel, ekonomik, töresel, ırksal, bölgesel tüm baskılardan korunmasını amaçlar. Bunun koşulu, toplumsal sorumlulukların bilincinde olmaktır.
Bireyin tek başına başaramayacağı hedeflerin, toplumla birlikte gerçekleştirilmesi, bireyin sırf kendisi için değil, toplum için de yaşaması, bu tür özgürlükçü bir toplumsalcılığın temelidir. Toplumsal dayanışma ve işbirliğini sağlamanın önkoşullarından biri de tabiî, toplumu oluşturan bireylerin toplumsal sorumluluklarını özümsemeleridir.
Devletçilik ve Demokratik Sol
Demokratik Sol’un klasik anlamda devletçi olmadığına, tarihçeyi anlatırken de değinmiştik. Ecevit, devletçiliğin doktrinleştirilmeye çalışılması girişimlerini eleştirmiştir. Demokratik Sol’da klasik devletçiliğin yerini halkın öncülük ettiği bir yapının alması öngörülmüştür. Demokratik Sol Parti Programı’nda bu yapı şu şekilde anlatılmaktadır:
“Demokratik Sol Parti’nin ekonomi politikasında halkın etkinliği büyük ölçüde artırılacak ve halk sektörünün ağırlıklı yeri bulunacaktır. Demokratik yapılı ve demokratik işleyişli halk yatırımlarından oluşacak halk sektörü özendirilip güçlendirilecektir.
Halk sektörü, yalnız çalışan yurttaşların mütevazı birikimlerini kendi aralarında bir araya getirerek kuracakları küçük veya orta işletmelerden oluşmayacaktır. Bunun ötesinde, sendikalar ve kooperatifler, yatırım ve işletmecilik konularında uzmanlaşan güçlü kurumlar kurmaya özendirilecektir.
Bu kurumlar, halk sektörü çerçevesinde büyük ekonomik işletmeler kurabilecekleri ve kurdurabilecekleri gibi, yurttaşların, o arada yurt dışındaki işçilerin küçük birikimlerini bir araya getirerek kurdukları veya kuracakları işletmelere de, yöneticilik ve işletmecilik bilgisi, bu alanda yetişmiş personel, proje yardımı ve pazarlama kolaylıkları sağlayacaklardır.
Halk sektörü içinde, ayrıca sosyal güvenlik kurumlan tarafından ve bu Programın ilgili bölümlerinde açıklanan ‘Üretici Yatırım Fonları’ ile ‘İşçi Yatırım Fonları’ tarafından kurulacak işletmelerin de önemli bir yeri bulunacaktır.
Yerel yönetimler, özellikle az gelişmiş yörelerde, halk sektörü girişimlerine öncülük etmeyi ve destek almayı üstleneceklerdir. Halk sektörü, gelişmiş demokratik ülkelerdeki sendikaların, kooperatiflerin ve sosyal güvenlik kuruluşlarının yatırımcı kuruluşlarıyla ve finansman kuruluşlarıyla da işbirliğine ve ortak yatırımlara özendirilecektir. Onların deneyim birikimlerinden, teknolojik olanaklarından ve sermaye katkılarından, Türkiye’deki halk sektörünün de yararlanması olanakları aranacaktır.
Demokrasiye güç, gelişmeye hız katmak
Halk sektörü, halkın birikimlerini, girişimciliğini ve dayanışmasını, gelişmeye hız, demokrasiye güç katar biçimde harekete geçirecektir; ve demokrasiyle sosyal adaletin bağdaştırılmasında önemli bir etken olacaktır.
Halk sektörü, devletin toplumsal sorumluluğunu, özel sektörün de dinamizmini paylaşarak, ikisi arasında bir katalizör işlevi görecektir. Devlette de, özel sektörde de aşırı güç yoğunlaşmasını önleyerek, halkın gücü ve özgürlüğü için, demokrasinin esenliği için, toplumun dirlik düzenliği için, bir güvence oluşturulacaktır.
Yalnız halk sektörüyle değil, işyerinden siyasete kadar her alanda örgün demokratik katılımıyla da, halk, ekonomiyi yönlendirip denetleyecektir; ekonominin siyasal çerçevesini ve sosyal işlevini büyük ölçüde halk belirleyecektir.”
Bugün gelinen noktada ise KOBİ’lerin önemi büyük ölçüde artmıştır. Halk sektörü kavramının içeriğinin büyük bölümünü artık Küçük ve Orta Büyüklükteki İşletmeler oluşturmaktadır. Bu yapı ile birlikte sermayenin belirli kimselerde toplanmasının önüne geçilmiş, tabana yayılması kolaylaştırılmış ve halkın ekonomik etkinliği ve gücü artırılmış olacaktır. O nedenle, DSP, KOBİ’lerin desteklenmesine ve güçlendirilmesine büyük önem vermektedir.
KİT’lerin özelleştirilmesi yerine özerkleştirilmesine ağırlık verilmesine inanan DSP, şunu öngörmektedir:
“Hükümet veya devlet bürokrasisi, KİT’lerin yönetimine, çalışmasına, yatırımlarına ve fiyatlarına hiçbir şekilde karışamayacaktır. KİT’lerde, işçisiyle, yöneticisiyle, mühendisi, teknisyeni ile tüm çalışanlar, bütün yetkiyi ve yetkiyle birlikte de sorumluluğu, üstleneceklerdir.
İşletmeleri kârlı çalıştırırlarsa, kârdan istedikleri kadarını kendilerine, istedikleri kadarını da yeni yatırımlara ayırabileceklerdir. İşletmeleri iyi yönetemez de zarar ettirirlerse, zarara ve zararın sonuçlarına katlanacaklardır.
Özel sektörle devlet sektörü, eşit koşullarla, pazar ekonomisi kuralları içinde, yarışıp çalışacaklardır. Böylece hem KİT’ler sorunu demokratik ve ekonomik açıdan sağlıklı bir çözüme kavuşturulmuş olacaktır; hem de ekonomi büyük hız kazanacaktır.”
İnançlara saygılı laiklik
Demokratik Sol’un ilkelerinden biri “inançlara saygılı laiklik”tir. “İnançlara saygılı laiklik” ilkesi ilk kez DSP’nin 1987 Seçim Bildirgesi’nde yer almıştır. Ancak Ecevit, bu ilkenin temellerini 1960’lardaki konuşmalarında, atmıştır. O konuşmalarında “inançlara saygılı laiklik” ifadesini kullanmamıştır ama adını vermeden bu ilkenin tanımını yapmıştır. Hatta çok net olarak bu yaklaşımını ayrıntılarıyla anlatmıştır. Yani inançlara saygılı laikliğin kökü 1960’lara, özü ise Ecevit’in üslubuna dayanır.
Örneğin, Bülent Ecevit, 1968 Ekimi’nde toplanan CHP’nin 19. Kurultayı’nda, Genel Sekreter sıfatıyla şunları söylemiştir:
“Türk halkı, aslında tabiatı iktizası, öteden beri, yüzyıllardan beri, taassuptan kaçmış, taassuptan uzak kalmış bir halktır. Ancak daima onu taassuba yöneltmiş olan bir takım çıkarcılar ortada olmuştur. Osmanlı devrinde de Cumhuriyet devrinde de böyle olmuştur.
Öte yandan dünyanın her yerinde fakir halkın kendini aşırı ölçüde dine diyanete vermesinin, mukaddesata vermesinin bazı psiko-sosyal nedenleri vardır. Genellikle fakir halk kendini çaresizlik içinde bulduğu zaman, kendisini ezen şartları ortadan kaldırılabilecek kudreti kendisinde göremediği zaman bir ruhî korunma güdüsüyle o çaresizliklerinin, o sıkıntıların üstüne çıkmaya çalışır. Ve bu arada bu dünyada bulamadığını öteki dünyada bulmak ümidiyle yaşamaktan başka çare göremez.
Böylesine bir çaresizlik duygusu içinde kendisini ezen şartların üstüne ruhunu çıkarabilmek isteyen insanları kınamaya hakkımız yoktur.
Bazı arkadaşlarımız belki bizim niçin irticanın üstüne fazla yürümediğimizi gereği gibi değerlendirmiyorlar. Ben inanıyorum ki, irticanın da, taassubun da altında ekonomik ve sosyal düzen bozuklukları vardır.
“Din duygularının üstüne yürümeyelim”
Bu konuşmasında ilerici gençlik, gerici gençlik ayırımı üzerinde de duran Ecevit, imam hatip okullarına gidenlerin genellikle okuma olanaklarından yoksun kılınan köy çocukları olduğunu belirtmiş, bütün teknik ve meslekî okulların fakir ve köylü çocuklarına kapalı olduğunu, sadece imam – hatip okullarının bu çocuklara okuma imkanı verdiğini söylemiştir. Ecevit, asıl bu çocukların ortanın solunda olmaları gerektiğini belirtmiş ve şöyle devam etmiştir:
“Din duygularının üstüne yürümeyelim, ama din duygularını sömürenlerin üstüne de şimdiye kadar yürüdüğümüzden daha cesaretli yürüyelim. Kendimizi savunmadan yürüyelim.
Biz şimdiye kadar kendimizi her hususta savunduk, ama hiçbir faydasını görmedik. Laiklik konusunda da kendimizi savunduk; 15 yıl, 18 yıl savunduk. Ne kazandık?
Savunma devri bitmiştir. Şimdi bizim için müfterilere taarruz ve halkı inandırma devri başlamıştır. ‘Taarruz’ derken, o müfterilerin yaptığı gibi taş devrinden kalma sopalı taşlı taarruzu kastetmiyorum. Ama ortanın solunun dinsizlik olduğu camide söylenirse o sahte din adamına camide cevap verecek şekilde taarruzu kastediyorum.
Din duygularını istismar edenlerin üzerine şimdiye kadar olduğundan daha cesaretle yürüyeceğiz. Ona halkın önünde, cemaatin önünde hak ettiği dersi vereceğiz.
Yurttaşlara, duygularını incitmeksizin inançlarımızı anlatırsak, bugün gerici dediğimiz kişilerin ortanın solu safında en önde yer alacaklarına güveniyorum.”
Ecevit, 1969 yılındaki başka bir konuşmasında da, “Açıkça söylüyorum; dindar olmak gerici olmak değildir, çünkü İslâm dini ileri bir dindir” demiştir.
Görüldüğü gibi, inançlara saygı, gerek adı verilerek, gerek verilmeyerek olsun, Ecevit’in neredeyse siyasal yaşamıyla birlikte başlattığı bir anlayıştır.
“Her dindar potansiyel mürteci değildir”
Ecevit’in kurucusu ve kuramcısı olduğu DSP, bu ilkeye, yukarıda da belirtildiği gibi, 1987 Seçim Bildirgesi’nde yer vermiştir. Aradan yılların geçmiş olması nedeniyle de bu anlayışı 2003’te yeniden detaylandırmıştır. 2003’te güncelleştirdiği programında Ecevit’in 1969 yılında kullandığı “Dindar olmak gerici olmak değildir” sözüne koşut olarak, “Her dindar potansiyel mürteci (gerici) değildir” ifadesine yer vermiştir.
Özetle, inançlara saygı, Ecevit’in bugün itibariyle 40 yılı aşkın bir geçmişi olan bir yaklaşımıdır. Ecevit’in felsefesiyle oluşan DSP de doğal olarak, inançlara saygıyı kendisine temel ilkelerinden biri edinmiştir.
Laiklik özünde inançlara saygıyı da içermektedir. Peki buna rağmen, Demokratik Sol, neden “inançlara saygılı” ifadesini kullanmaktadır? Türkiye’de ne yazık ki, katı, bağnaz ve dışlayıcı bir laiklik anlayışına sahip olan kesimler de vardır. Bunlar, bu anlayışlarından ötürüdür ki, laikliği bir toplumsal baskı mekanizmasına dönüştürmeyi, onu inançlar üzerinde bir engel olarak kullanmayı amaçlarlar.
Oysa, laiklik bireyi kısıtlayıcı değil, özgürleştirici bir anlayıştır. Ve laiklik bireyin değil, devletin dinsel öğelerden ve yaklaşımlardan arındırılmasıdır. Bu nedenledir ki, DSP, “inançlara saygılı” bir laiklik ifadesini vurgulamaktadır.
Demokratik Sol, inançlara saygılı laiklik anlayışıyla Cumhuriyet’in vazgeçilmez bir ilkesi olan ve Türk ulusunu bir arada tutan laikliği toplumsal uzlaşıyla geliştirme ve tüm inanç gruplarını topluma entegre etme amacını taşımaktadır. Yani uluslaşma sürecini sağlıklı bir biçimde, toplumun tüm kesimlerini kucaklayarak gerçekleştirmenin yolu Demokratik Sol’dur.
Bu yönüyle, kültürel çoğulculukla ulusal birliği kaynaştırabilmiş, insancıl ve çağdaş milliyetçilik, DSP’de gerçeklik kazanmaktadır. Demokratik Sol, milliyetçiliğe böyle bir bakış açısı ile yaklaşmaktadır.
Demokratik Sol ve ulusalcılık
İşte bu noktada Demokratik Sol’un milliyetçilik/ulusalcılık kavramına yaklaşımını incelemekte yarar var.
Sözcük anlamı itibarıyla milliyetçilik ile ulusalcılık aynıdır. Yalnızca, ulusalcılık, milliyetçiliğin Öztürkçeleştirilmiş biçimidir.
Şunu da belirtmek gerekiyor: Milliyetçilik kavramının yerine ulusalcılığı kullananlar kendi anlayışlarını “barışçı, kucaklayıcı, birleştirici” bir ulus anlayışıyla özdeşleştiriyorlar; ırkçılığı kesin bir biçimde dışlıyorlar; ulusal dayanışmayı, kültürel çeşitlilikle bağdaştırabiliyorlar. Başka bir deyişle ulusalcılık, “Atatürk milliyetçiliği” ile bütünleşiyor.
Genel olarak Türkiye’de sol akımlar milliyetçiliği ırkçılıkla eş tutmuş ve zararlı görmüşlerdir. Milliyetçiliği “zararlı” görenlerin en büyük dayanağı, İkinci Dünya Savaşı öncesinde İtalya’da “faşizm”, Almanya’da “nazizm” olarak ortaya çıkan ve tüm dünyayı büyük bir felakete sürükleyen talihsizliklerdir. Doğru, onlar bunu milliyetçilik kisvesi altında yaptılar.
Ama nasıl bir milliyetçilikti bu? Her şeyden önce ırkçı, yayılmacı, saldırgan bir milliyetçilikti. Bu tür bir milliyetçilikle ulusalcılığı aynı kefeye koymaya çalışmak kasıtlı bir çarpıtmadan başka ne olabilir? Kaldı ki, bu tür bir anlayışın Anadolu topraklarında kök salabilmesi olasılık dışıdır.
Türk ulusu tarihinin hiçbir döneminde ırkçı olmamıştır. Hem, Türk ulusu gibi değişik unsurların, değişik ırkların ve kültürlerin bir araya gelerek oluşturduğu bu birliktelikte “ırkçı” bir milliyetçiliği savunmaya çalışmak kolay da değildir.
Önceleri bunu yapmaya çalışanlar bile artık ulusalcılığa, Atatürk milliyetçiliğine doğru ilerleme gereğini, belki de zorunluluğunu duymuşlardır. Kafatasçılığın artık geçerliliği kalmamıştır. Aslında yavaş yavaş kafatasçılıktan uzaklaşmaya doğru gelişen bu evrim, toplumun bazı kesimlerindeki olumlu bir değişimin güzel bir örneğidir.
Etnik milliyetçiliğin zararları
Liberal bir Siyaset bilimci olan Prof. Dr. Atilla Yayla’nın “Siyasî Düşünceler Sözlüğü”ndeki milliyetçilik tanımı ise şöyle: “Bir millete ve onun menfaatlerine bağlılıktan esinlenen ve milleti, siyasal organizasyonun temel birimi kabul eden yaklaşım.”
Bizi Birinci Dünya Savaşı sonrasında ulusal kurtuluş mücadelesi vermeye iten güç de bu güç, bu bağlılıktı. Bugün de yabancı-dış baskılara ve haksız dayatmalara karşı direnme gücünü bizlere ulusalcılık vermektedir.
Atilla Yayla, milliyetçilik tanımına siyasal ve kültürel milliyetçiliği anlattıktan sonra “etnik milliyetçilik” kavramıyla devam ediyor ve şöyle diyor: “Etnik milliyetçilik, kültürel milliyetçilikle önemli ölçüde çakışmakla beraber, ayrı olmaya ve başkalarından ayrılmaya daha çok vurgu yapar.
Abartılması durumunda etnik milliyetçilik, kültürel milliyetçiliğin unsurlarını yansıtmak bakımından zayıflar ve ırkçılığa doğru gider. Nitekim, yayılmacı milliyetçilik, saldırgan-militarist bir milliyetçilik türüdür ve genellikle şovenist inanç ve doktrinlere dayanır.”
Bu tanım birebir Türkiye’deki bölücüleri tarif ediyor. Yani kendini bu ulusun bir parçası olarak görmeyen, Türk ulusunun zenginliğine zenginlik, kardeşliğine kardeşlik katmak yerine emperyalistlere maşa olmayı yeğleyenleri; silahlı mücadeleyi ve terörü, birliğe ve dirliğe tercih edenleri tarif ediyor. Eğer zararlı olan bir şey varsa o da bu tür bir milliyetçiliktir, yani “etnik milliyetçilik”tir. Yine Yayla’nın vurguladığı gibi, “etnik milliyetçilik” dışlayıcıdır, ayrılıkçıdır.
Batılılar ve bazı aydın çevreler Türkiye’de ulusalcılığı ve ulusalcıları aşağılamayı -ki bunun birçok örneği var- alışkanlık hâline getirmişken, ülkemizdeki etnik milliyetçiliğe destek vermeleri anlaşılır bir şey değildir. Genellikle, liberal olduklarını söyleyenler arasında yaygın bir hastalıktır bu.
Burada milliyetçilikle ilgili tanımlamaları verirken gerçek bir liberal bilim adamının, Prof. Yayla’nın kitabını özellikle seçmemizin nedeni, liberalcilik iddiası taşıyanların çelişkisine dikkat çekmektir. Çünkü liberalizmi yeterince özümseyemeyenler ulusalcılığı kendi dar liberal görüşlerine karşı bir tehdit olarak görüyorlar. Asıl tehdidin ne olduğu sorusunun yanıtı nereden baktığınıza bağlıdır.
Ulusalcılık bir ideoloji değil, duygudur
Ulusalcılıkla ilgili diğer bir yanlış da, onu bir ideolojiye, bir doktrine dönüştürme çabasıdır. Yine Atilla Yayla’nın milliyetçilik tanımına dönecek olursak… Yayla çok önemli bir tespitte bulunuyor: “Bu yaklaşımın (milliyetçiliğin) bir ideoloji teşkil edip etmediği tartışmalıdır.”
Milliyetçiliği bir ideolojiye dönüştürme çabası içinde olanlara tarihteki en önemli örnek Hitler’dir. Bunun Türkiye’de de örnekleri vardır. Milliyetçiliği kendilerine bayrak yapanlar hem kendilerini, hem de içinde yaşadıkları toplumu felakete sürüklerler.
Gerek aşırılığa kaçmış bir Kürtçülük ile yine aşırılığa kaçmış bir Türkçülük arasında –ikisi de ırkçı olduğu için- sonuçları ve toplumun diğer kesimlerine verdiği zararlar nedeniyle bir fark yoktur. O nedenle ideolojiye dönüştürülmeye çalışılan milliyetçilikten kaçınmak gerekir.
Ulusalcılık bir ideoloji veya doktrin değil, bir “duygu”dur. Asıl önemli olan bu duyguya sahip olmak ve onunla yaşamaktır; siyasal, ekonomik bir karar verirken de bu duyguyla hareket etmektir. Yani milliyetçilik adına üretilen “hamaset” yerine bunun gereğini yapmaktır. Türkiye’de bu, Çanakkale Savaşı’nda, Kurtuluş Savaşı’nda, yakın tarihimizde ise Kıbrıs Barış Harekâtı’nda gösterilmiştir.
Duygunun yerini ideoloji alırsa yayılmacılık ve saldırganlık kaçınılmaz olur.
Bu noktada özel bir örnek olarak Demokratik Solculuğu ele almakta yarar vardır. Demokratik Solculuk’ta ulusalcılık ideolojik bir prensip değildir. Ulusalcılık veya milliyetçilik, Demokratik Sol’da tüm ulusun paylaştığı ortak bir değerdir. Çünkü bu ideolojide ulus; kültürel, dinsel veya etnik/ırksaldan çok, bir siyasal birliktir.
Böyle bir birlik içinde ulusalcılığı “ideolojileştirmek” veya “ideolojikleştirmek”ten çok, ortak bir değere dönüştürmek daha doğrudur. (İdeolojikleştirmek, milliyetçiliği bir ideolojinin parçası durumuna dönüştürmek; ideolojileştirmek ise milliyetçiliği başlı başına bir ideoloji yapmak anlamında kullanılmıştır).
O nedenle Türkiye’de milliyetçi/ulusalcı, vatansever/yurtsever cepheler oluşturmak ve bu cephelere dahil olanları ulusalcı veya vatansever, dahil olmayanları hain veya işbirlikçi ilan etmenin hiçbir pratik yararı olmadığı açıktır ve bu, yakın tarihte de kanıtlanmıştır.
Liberal görüşe sahip Siyaset Bilimci Prof. Dr. Mümtaz’Er Türköne’ye göre milliyetçilik; komünizmden liberalizme kadar (anarşizm dışında) tüm ideolojilerin kesişimidir.
Ulusal sol ve ulusal birlik
Tekrar Demokratik Sol örneğine dönecek olursak, bir noktaya dikkat çekmek önemli bir ayrımı ortaya koymaya yetecektir. Bu ideolojinin siyasal temsilcisi olan DSP’nin programında da ulusalcılık, bir ilke olarak doğrudan geçmemektedir. Onun yerine programda, onu çağrıştırabilecek olan “ulusal sol” ve “ulusal birlik” ilkeleri yer almaktadır.
Burada ulusalcılığın, temel politikaların oluşturulmasında ve uygulanmasında belirleyici bir rol oynadığı açıktır. Ama bu, ulusalcılığın ideolojikleştirildiği anlamına kesinlikle gelmez. Çünkü eğer ulusalcılık bir duygu ise ve bu parti de bu duygu ile politikalar üretiyorsa, sonucun böyle olması son derecede doğaldır. Burada sınır, ulusalcılığı kendine mal etme ve sahiplenmedir. İşte ideolojikleştirme de budur. Önemli olan bundan kaçınmaktır.
“Ulusal sol” ifadesi, başka başka anlamlarda kullanılmaktadır. Fakat buradaki anlamı, “yerlilik”tir. Yani Türkiye’nin koşullarına ve gerçeklerine özgü, yerli bir solculuktur; Batı’dan birebir kopya edilmemiş, gerçekçi bir soldur. Bu sol, evrensel değerler ile ulusal değerleri kaynaştıran özgün bir anlayışı içermektedir. İşte “ulusal sol” ifadesinin öz anlamı budur.
Kendini ulusal solun dışında görenlerin bir iddiası var: “Sol, milliyetçi değil, yurtsever olur.” Bu iddia aslında basit bir sözcük oyunundan ibarettir. Hiçbir gerçekçiliği ve geçerliliği yoktur. Yurtseverlikle ulusalcılığı ayırmak, yurt ile ulusu birbirinden ayırmak gibidir. Oysa, ne ulus yurdundan ayrılırsa ulus, ne de yurt ulusundan ayrılırsa o ulus için yurt olur.
Bu ayrımı dile getirenler Marksist kökenlerinden ya da anlayışlarından, ne solculuklarını ne de kendilerini kurtarabilmişlerdir. Çelişkilerinin kaynağı da aslında budur.
Marks-Engels’in “Komünist Manifesto”sundaki “Avrupa ulusları arasında içtenlikli bir işbirliği, ancak eğer bu ulusların her biri kendi ülkelerinde tamamıyla özerkseler olanaklıdır” biçimindeki sözleriyle Polonya’nın ulusal kurtuluş mücadelesine destek veren cümleleri, yurtsever(!) Marksistlerin dayanağı olabilir.
Ama ilginçtir ki, Marks- Engels ikilisi, üstelik aynı yapıtta, “İşçinin vatanı olmaz” diye buyurmuşlardır. Peki vatanı olmayanın vatanseverliği olur mu? İlginç bir çelişki.
Bütün bunlar gösteriyor ki, ortak gereksinmemiz, ortak değerlerimizi bu tür çelişkilerden kurtarmaktır.
Demokratik Sol ve tam demokrasi
Demokratik Sol’un demokrasi anlayışı “tam demokrasi” ilkesiyle anlatılmaktadır. Bu ilke gereğince, demokrasi; siyasal, sosyal, ekonomik, kültürel boyutlarıyla bir bütündür. DSP’nin programında bu boyutlar şöyle anlatılmaktadır:
“Siyasal Boyutuyla Demokrasi
Herkese özgürlük, herkese eşit ve dokunulmaz haklar tanır, yasalar önünde herkesi eşit kılar.
Yurttaşların eşit ve serbest oylarıyla belirlenen siyasal iktidarı, ulusun egemenliğiyle veya bağımsız yargı erkini de içeren, demokratik hukuk devleti kurallarıyla sınırlar. Halkın yönetime giderek artan ölçüde katılmasını öngörür.
Sosyal Boyutuyla Demokrasi
Özgürlüğün, sosyal ve ekonomik koşullarını gerçekleştirmeyi;
insan kişiliğinin serbestçe gelişmesi önündeki engelleri kaldırmayı;
siyasal eşitliğin yanı sıra, sosyal eşitliği ve olanak eşitliğini sağlamayı amaçlar.
Bireysel özgürlükle toplumsal dayanışmayı bağdaştırır. Toplumun yararını bireyin özgürlüğüne değil, fakat bireysel çıkarlara üstün tutar, toplum yararı gerekçesiyle bireylerin ezilmesine ve özgürlüklerin kısıtlanmasına izin vermez.
Mülkiyet hakkının kullanımında toplumsal sorumluluğu gözetir.
Gelişmeyi, ekonomik, sosyal ve kültürel yönleriyle bir bütün
olarak görür.
Sosyal adaleti, dengeli gelir dağılımını ve sosyal güvenliği ekonomik kalkınmanın ileri aşamalarına ertelemez; insanca ve hakça bir gelişmenin gereği ve hızlandırıcı bir etkeni olarak değerlendirir.
Demokrasi kurallarını toplum yaşamının her alanında, özellikle de çalışma yaşamında geçerli kılar.
Halkın özgürce ve etkin biçimde örgütlenerek yönetimdeki ağırlığını artırmasını sağlar; böylelikle, bir yandan emeği sömürüye karşı korurken, bir yandan da ulusal egemenliği yaygın ve güçlü bir temele dayandırmış ve demokrasinin gereği olan geniş halk katılımına giderek artan ölçüde gerçeklik kazandırır.
Ekonomik Boyutuyla Demokrasi
Siyasal ve sosyal gücün ekonomik güçten ayrılamayacağı ilkesine dayanarak; demokrasi kurallarının ekonomide de işlerliğini gözetir.
İşletmelerde, yönetime, kâra ve sorumluluğa çalışanların da katılmasını; sermayenin ve üretim araçlarının kişilerden veya devletten çok halkta yoğunlaşmasını, öylelikle sömürü ve baskı için kullanılabilir olmaktan çıkarılmasını öngörür.
Kaynak kullanımında ve gelirin de özverinin de dağılımında halkın etkisini artırır.
Böylece, ekonomik güce ve sorumluluğa tüm toplumun dengeli katılımını güvence altına alır.
Kültürel Boyutuyla Demokrasi
Eğitimi, kültürü, bilgiyi, sanat çalışmalarını ve iletişimi herkese açık tutarak yaygınlaştırır; yönetim için gerekli bilgileri ve bilgi kaynaklarını, ayrıcalıklı çevreler elinde bir egemenlik aracı olmaktan çıkararak, tüm halkın ve toplumsal örgütlerin yararına sunar.
Bütün toplumu, eğitimle, kültürle, sanatla ve yönetim için gerekli bilgilerle daha yakından ilgilenmeye ve edilgin (pasif) durumdan, giderek etkin duruma geçmeye özendirir.
Böylece, toplumun eğitim, bilgi ve kültür düzeyinin dengeli biçimde yükselmesini; demokratik katılım sürecinde halkın etkin ve başarılı olabilmesini; insan kişiliğinin, düşüncesinin, yeteneklerinin ve yaratıcılığının bütün toplumda özgürce gelişmesini ve insan ve toplum yaşamının manevi yönden de zenginleşmesini gözetir.
Siyasal, sosyal ve ekonomik demokrasinin zaman içinde sağlayacağı olanakları bu yönde değerlendirir.”
Şunu da belirtmek gerekir ki, Demokratik Sol, yalnızca bir siyaset tarzı değil, aynı zamanda bir yaşama biçimidir. O nedenle, Demokratik Sol Kültür, bireysel ve toplumsal hayatın her alanını kapsar.
Bu yönüyle Demokratik Sol, Türk siyasetine yeni bir çizgi getirmiştir. Ve bu çizgisini de iktidara geldiği her dönemde kanıtlamıştır.
Siyaseti, kendisini ve çevresini nemalandırmak için bir araç olarak görenler, Demokratik Sol’da barınamamıştır.
Demokratik Sol, siyaseti kirleten ve ekonomiyi çökerten klasik siyaset uygulamalarına karşı her süreçte mücadele vermiştir.
DSP, kendisine oy vermeyen kesimlerin bile güvenini kazanan bir partidir.
Siyasette nezaketi, ölçülülüğü ve tutarlılığı ilke edinen DSP, iktidarı, yandaşlarına çıkar dağıtmak amacıyla kullanmayan bir partidir.
Demokratik Sol ve kültürel değerler
Demokratik Sol, kültürel değerlerimize de özel önem verir.
DSP’nin güncelleşen Programı’nda bu konu şöyle dile getirilmektedir:
“Demokratik Sol Parti’nin kültürümüze verdiği önem ve ağırlık Atatürk’ten esinlenmektedir.
Çağdaş Türk halkının kültürü, Atatürk’ün belirttiği gibi, hem bugünkü topraklarımızdan, hem Anadolu’nun geçmişinden, hem Avrupa’dan, hem de Asya’dan kaynaklanmaktadır.
Çağımızın önemli bir gerçeği olan Avrasyalaşma sürecinde Türkiye’nin kültür birikimi, halkımıza ve ülkemize özel bir işlev kazandırmaktadır.
Türkiye, kültürel açıdan çok zengin bir ülkedir. Örneğin ülkemizdeki kadar çeşitli ve zengin bir halk kültürü başkaca hiçbir ülkede yoktur. Diğer kültürel alanlarımız için de aynı şeyi söyleyebiliriz.
DSP, kültürel zenginliklerimize verdiği değeri artırarak sürdürecek ve kültürümüzün uluslararası düzeyde yaygınlaştırılmasını sağlayacaktır.
Toplumumuzun geleneksel kültürel değerlerini korumayı ve geliştirmeyi temel hedef alan DSP, Batı’nın ve Doğu’nun çağdaş kültürel değerlerinden de yararlanacaktır.
DSP; her alandaki “sanata ve sanatçı”ya, “bilime ve bilim insanı”na en geniş ölçüde destek verecektir. Sanatsal, düşünsel ve bilimsel üretkenliğin artırılmasını ve ileri teknolojilerle yaygınlaştırılmasını sürekli teşvik edecektir.”
DSP’DE BULUŞMANIN NEDENLERİ
Ulusal Sol
Demokratik Sol, Türkiye’de Sol’un evrensel değerleriyle ulusal değerlerimizi kaynaştıran siyasal hareketin adıdır.
Demokratik Sol, ulusumuzun “kendine özgülük”leriyle yoğrulmuş, kaynağı Türkiye ve Türk halkı olan bir düşünce sistemidir. O nedenle ithal değil, yerli solun adıdır.
DSP her türlü taklitçilikten ve özentiden uzak bir ulusal sol partidir.
Atatürk, “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk Ulusu denir” diyor.
Demokratik Sol’un kurucusu ve kuramcısı Bülent Ecevit de “Türk adı”nı, “Değişik ırklardan, ülkelerden gelip yüzyıllardır bu topraklarda kaynaşmış olanların adıdır” biçiminde tanımlıyor.
O nedenledir ki, biz Demokratik Solcular, “Ulusalcı Demokratik Sol Atatürk’ün yoludur” ifadesini kullanıyoruz.
Yine o nedenledir ki, sorunlara çözüm üretmede öncelikli olarak ulusumuza ve ülkemizin özkaynaklarına güveniyoruz.
Çünkü, DSP’nin esin ve güç kaynağı bizatihi Türk Ulusu’dur.
DSP, Atatürk’ün yolunda, Ecevit’in ışığında, halkımız için, halkımızın desteğiyle yeni hedeflere ve mutlu yarınlara ulaşmanın mücadelesini vermektedir.
İnançlara Saygılı Laiklik
Yenilenen programımızda da belirtildiği gibi, laiklik, aslında inançlara saygıyı da öngörmektedir. Ancak inançlara saygı göstermeyenler de olduğu için DSP, “inançlara saygılı laiklik” ifadesini özellikle kullanmaktadır.
DSP, bu ilkesiyle dindarların da solcu olabileceğini; aynı şekilde solcuların da dindar olabileceğini; ayrıca dindarlığın, laik olmanın önünde bir engel oluşturmadığını vurgulamak istemiştir.
DSP, bu yanıyla da özgün bir sol partidir. Daha 70′lerde bu anlayışın temellerini atmıştır.
Zaten DSP‘nin, Türkiye’nin kendi gerçeklerine özgü solculuğunun, yani “yerli solcu”luğunun esin kaynaklarından biri de her dindarı potansiyel mürteci görmemesi olmuştur.
DSP, bu konuda ulusal duyarlılıklar kadar dinsel duyarlılıklara da önem veren Atatürk’ün yolunu izlemektedir.
Yine, yenilenen programımızda vurgulandığı gibi, DSP, inançlara saygılı laiklik ilkesinin gereği olarak insanlarımızın hangi din, mezhep ve meşrepten olurlarsa olsunlar hepsine içtenlikle saygılıdır. Ancak, inançların siyasete karıştırılmasına, alet edilmesine de bir o kadar karşıdır.
Alevi-Bektaşi kültürü, laiklikle ve Cumhuriyet‘le bağdaşması bakımından çok önemlidir. Tarihinin her döneminde Alevi-Sünni kardeşliğine büyük önem veren Alevi-Bektaşi yurttaşlarımız laikliğin, demokrasinin ve Atatürkçülüğün güvencesi olmuşlardır.
Ulusal birliğin ve toplumsal kaynaşmanın vazgeçilmez ilkesi olan laiklik, Demokratik Sol’un yaklaşımıyla halkımızın büyük çoğunluğunun da desteğini alarak, toplumsal uzlaşı içinde daha da kökleşecek ve güçlenecektir. Çünkü laik demokratik Cumhuriyetimizin en büyük güvencesi halkımızdır.
Tam Demokrasi
DSP’nin demokrasi anlayışı “her yönüyle güçlü, katılımcı, çoğulcu, özgürlükçü ve süreklidir”dir.
Demokratik Sol’da demokrasi siyasal, sosyal, ekonomik ve kültürsel boyutlarıyla bir bütündür. O nedenledir ki, DSP, her yönüyle güçlü bir demokrasiyi amaçlamaktadır.
DSP, yurttaş odaklı siyaset anlayışıyla, yurttaşların yönetime etkin katılımını gerçekleştirmek ve sağlam güvencelerle sürekliliğini sağlamak kararlılığındadır. Ve yine o nedenledir ki, DSP, katılımcı ve sürekli bir demokrasiden yanadır.
Bu doğrultuda dengeli bir “yetki devri” ile hem ulusal, hem de yerel demokrasiyi güçlendirmeyi ve Türkiye’nin kendine özgü koşullarının da göz önünde bulundurulduğu, daha doğrudan ve daha sağlıklı işleyen bir demokrasi kurmayı öngören DSP, böylece dünya gerçekleriyle Türkiye koşullarının uzlaştığı bir anlayış hayata geçirmeyi hedeflemektedir.
Partimizin 1985 yılında hazırlanan programında belirtilen koşulları bugün de geçerliliğini korumaktadır. Bu koşullar şunlardır:
“Değişik ve karşıt düşüncelerin özgürce ve barış içinde açıklanıp tartışılabilmesi;
Düşünceleri veya çıkarları çatışan toplum kesimlerinin ve siyasal partilerin barış içinde yan yana yaşayabilmeleri, gereğinde ulusun esenliği, devletin güvenliği, toplumun dirliği düzenliği için, ayrılıklarını saklı tutarak da olsa, uzlaşabilmeleri ve işbirliği yapabilmeleri; birbirlerini hem denetleyerek hem de bütünleyerek gelişmeye katkıda bulunabilmeleri; ve
Sivil yönetimin, toplumda huzuru ve güvenliği, demokrasi kurallarından sapmaksızın, etkili biçimde sağlayabilmesi.”
DSP yalnız ulusal sınırlarımız içinde değil, öncelikle bölgemizde, sonra tüm dünyada demokrasinin kökleşmesi için uluslararası işbirliğinin geliştirilmesinden yanadır.
Dolayısıyla DSP iktidarında “küresel demokrasi”nin güçlenmesi için çaba gösterilecektir. Çünkü DSP, yalnız Türk halkına değil, tüm insanlığa insanca bir düzen içinde yaşama hakkının tanınması gerektiğine inanmaktadır.
Dürüst Siyaset
“Siyasette kirlenme ya da siyasal yozlaşma, toplumsal yaşamda her zaman varolmasına karşın, bütün ülkelerde son yıllarda ön plana çıkmış bir olgudur.
Siyasette ve kamu yönetiminde kirlenme veya diğer bir deyişle yozlaşma ya da yolsuzluk yalnızca ülkemizin bir sorunu değildir. Hızlı ekonomik değişim ve onun yarattığı dalgalanmalar, toplumda gelir ve güç dağılımındaki eşitsizlik ve dengesizlikler, kamu yönetiminde gizlilik ve tabular bütün dünyada olduğu gibi ülkemizde de yolsuzluklara yol açan başlıca etmenler olarak görülmektedir.
Demokratik Sol Parti , siyasette ve yönetimde ahlâk kurallarına saygı ve uyumu, saydamlığı, kamu yönetiminde kaliteyi olumlu etkileyecek unsurların başında görmektedir.
Bu nedenle, Demokratik Sol Parti, siyasette ve kamu yönetiminde kirlenmeye neden olan etmenleri kaldırarak, kamu yönetiminde saydamlığı sağlayacak, etkin ve verimli bir yönetim anlayışını egemen kılacaktır.” (2002 Seçim Bildirgesi)
Siyasetteki yozlaşma, gençliğin etkin katılımının sağlanmasıyla aşılır. Çünkü gençlik, toplumun yozlaşmadan ve çıkar çatışmalarından en uzak kesimidir.
Demokratik Sol’da gençliğin önemli yeri, Atatürk’e bilinçli bağlılıktan ve tutuculuğun esiri olmayan “sürekli devrimcilik” anlayışından ileri gelmektedir.
Bu yaklaşımdan hareketle, DSP, gençliğin etkin katılımıyla, dürüst siyaset ve dürüst yönetim ilkelerini Türk siyasal yaşamında güçlendirme mücadelesine kararlılıkla devam edecektir.
Hedef Bilgi Toplumu
Özellikle 1980’lerden sonra, iletişim ve bilgi teknolojilerinin büyük bir ivmeyle gelişmesi ve ekonomiden toplumsal yaşama kadar birçok alanı etkilemesi, “Bilgi Teknolojileri Devrimi” olarak nitelenebilir. Bu, küreselleşme olgusunun kaynaklarından biridir.
Teknolojik gelişmenin ekonomik faaliyetlere etkilerinden en önemlisi, emek ve sermayeye olan talep üzerinedir. Batı’da son 20-25 yılda, hizmet ve sanayi yatırımlarının büyük bölümünü, kapasiteyi artırmadan emek üretkenliğinin maliyetini düşürmek için yürütülen çalışmalar oluşturmaya başladı.
Sonuç olarak üretilen mal veya hizmetin genişlemesini karşılamak için gerekli olan sermaye ve emek talebi, sanayileşmiş ülkelerde hızla düştü. Bunun en büyük iki sonucu aşırı artan finansal sermaye ve “işsiz büyüme”dir.
Bu gelişmelerin ardından insan emeğiyle yürütülen birçok faaliyeti artık bilgisayar destekli sistemler yürütmeye başladı ve niteliksiz işgücü, işsizliğe sürüklendi. Yani üretkenlikle birlikte işsizlik de arttı.
Dünyadaki tüm bu gelişmeleri yakından izleyen ve değerlendiren DSP, seçim bildirgelerinde ve programında “Bilgi Toplumu” konusuna yer veren ilk partidir.
DSP, bilgi teknolojilerindeki gelişmenin sonuçlarını tüm boyutlarıyla değerlendirerek olumsuz etkilerin de önüne geçecek çözümleri üretmeye devam edecektir.
Bu doğrultuda ülkemizin bu alanda dışa bağımlılığı sona erdirilecek ve ülkemiz teknoloji ithal eden değil üreten bir ülke olacaktır.
Ara eleman ve nitelikli işgücü gereksinmesi, teknik eğitim olanaklarının geliştirilmesiyle karşılanacaktır. Bilgi teknolojilerinin üretimine ağırlık verilerek yeni bir iş alanı açılmış ve işsizlikle mücadelede önemli bir adım atılmış olacaktır.
Üniversite ve sanayi işbirliği sağlanarak kaynaklar doğru ve etkin biçimde kullanılacak, öncülüğünü yaptığımız tekno-kentler yaygınlaştırılacaktır.
Bu gelişmeler diğer iş alanlarındaki yatırımların ve büyümenin sağlanmasıyla da birleşince, Türkiye’nin sağlam, gerçekçi ve sürekli bir ekonomik büyümeyi yakalaması başarılmış olacaktır.
Köylü sorunlarıyla birlikte “Bilgi Toplumu”na geçişe de çok önem veren DSP için “Köy-kent’ten tekno-kent’e, hedef bilgi toplumu”dur.
Sömürü Düzeni
1800’lü yılların sonuna gelinceye dek, Batı’da genellikle oy hakkı aristokrat ve kentsoylu zengin sınıfların elindeydi. Yani yönetim büyük ölçüde burjuvazinin denetimindeydi.
Bunun sonucu olarak da sanayileşmekte olan Batılı devletler, başta hammadde ve insan gücü olmak üzere, gereksinimlerini diğer kıtalardaki ülkelerin yerüstü, yeraltı ve insan kaynaklarını sömürerek karşılıyorlardı.
Bu ilkel emperyalizm anlayışı, “genel oy hakkı”nın gerçekleşmesiyle değişmeye başladı. Burjuvazinin etkisiyle gelişen emperyalizm, bu kez de Batılı sanayileşmiş devletlerin siyasal sistemlerinin bir parçası hâline geldi; siyasal sistemler tarafından içselleştirildi. Son 20 yılda da küreselleşme olgusunun etkisiyle giderek güç kazandı.
Yani ilkel sömürgeciliğin yerini küreselleşme, ilkel sömürünün yerini ise sistematik sömürü aldı.
Küreselleşme, sömürgeciliğin bazı güç odaklarının sömürü zemini olmasının yanı sıra bazı insancıl olanaklar da getirmiştir.
O nedenle bu insancıl olanaklardan yararlanarak teknolojilerimizi geliştirirken, diğer taraftan, insanlığı tehdit eden emperyalizmden de hem Türk ulusunu, hem de insanlığı korumak, Demokratik Solcuların önde gelen bir hedefidir.
Hakça Bir Düzen
Demokratik Sol Parti’nin başkanlık ettiği 57. Hükümet’in öncelikli hedefi, onlarca yıldır Türk halkının hayatına yerleşmiş olan bir hastalığı, enflasyonu, toplumsal yaşamı tehdit etmeyecek seviyelere indirmek ve yüksek enflasyondan rant sağlayan “enflasyon lobisi”nin çıkarlarının önüne geçmek olmuştur.
Enflasyonla mücadele konusundaki bu kararlı tutum, DSP iktidarlarından önceki hiçbir hükümetin cesaret edemediği, göze alamadığı bir politikaydı. Çünkü halkçılığın gereği, enflasyon lobisine teslim olmak değil. Halkın çıkarlarını gözetmektir.
Çıkar amaçlı çetelerle ve diğer rant kesimiyle de aynı kararlılıkla mücadele edilmiş, peşkeş çekilerek boşa harcanan kamu kaynaklarının ve yıllardır süregelen hortumun önüne geçilmiştir.
DSP, çıkar gruplarıyla mücadele ederken bu kesimleri karşısına almaktan çekinmemiştir.
İşte o dönemde hakça bir düzenin temelleri sessiz ama kararlı bir biçimde atılmıştır.
Eğer DSP, icraatına bir süre daha devam etme olanağı bulsaydı, şüphe yok ki, hakça bir düzene ulaşma yolunda çok büyük yol kat edilmiş olunacaktı.
Karamsarlığa gerek yoktur. Bu adımlar kararlılıkla atılmaya devam edilecektir. Ve Türkiye’de yolsuzluk ve çıkar çevreleriyle mücadele yolunu -her türlü zorluğa ve engele karşın- açan; gücünü güçlülerden değil, halk ve haktan alan partimiz için başarı uzak değildir.
Demokratik Solcuların önümüzdeki süreçte hakça bir düzenin mutlaka gerçekleştirilmesi önde gelen bir hedefidir.
Bu amaçla; zenginlikte sosyal adaleti sağlamaya dönük çalışmalara öncelik verilecek; kalkınmanın bütünlüğü ilkesiyle ekonomik, siyasal, toplumsal, kültürsel, eğitimsel ve sanatsal gelişme sağlanacak, refah hakça paylaşılacak; tam istihdamı başarmaya yönelik adımlar üreticilerle işbirliği içinde atılacak; güçlü ve etkin bir yargı düzeni kurulacak; köylü ve işçilerin ile tüm emekçilerin hakları çağdaş düzeye çıkarılacak; toplumsal barış, uzlaşı ve dayanışma güçlendirilecektir.
Demokratik Sol Hareket’in Türkiye için önemi, bu hedeflerin halkımız için önemine özdeştir.
Bilinmelidir ki, DSP’nin hakça düzen hedefine ulaşmak, bugün 1999 öncesinden daha kolaydır. 57. Hükümet’in her türlü siyasal riski göze alarak verdiği mücadele ile işin zor kısmı aşılmıştır. Dolayısıyla, hakça bir düzen için başarı dünden daha yakındır.
KAYNAKÇA
Bilâ, Fikret, Phoenix (Ecevit’in Yeniden Doğuşu), Doğan Kitap, İstanbul, 2001
Çetingüleç, Mehmet, Rahşan, Sabah Kitapları, İstanbul, 2000
DSP Programı
Ecevit, Bülent, Atatürk ve Devrimcilik, Tekin Yayınları, İstanbul, 1970
Ecevit, Bülent, Karşı Anılar, DSP Yayınları, Ankara, 1991
Ecevit, Bülent, Kıbrıs Gerçeği ve Irak Sorunu, DSP Yayınları, Ankara, 2003
Ecevit, Bülent, Mithat Paşa ve Türk Ekonomisinin Tarihsel Süreci, DSP Yayınları, Ankara, 1993
Ecevit, Bülent, Toplumsal Kültürün Türk Siyasal Yaşamına Etkisi, DSP Yayınları, Ankara, 1995
Ecevit, Kıbrıs ve Helsinki Gerçeği, DSP Yayınları, Ankara, 2004
Güvercin Dergisi, DSP Yayınları, Ankara
Koloğlu, Orhan, Kim Bu Ecevit, Boyut Kitapları, İstanbul, 2001
Özdemir, Veli, Arayış, Ümit Yayıncılık, Ankara, 2004
Sessiz Devrim, DSP 2002 Seçim Bildirgesi
Tokatlı, Orhan, Güvercinli Yıllar, Doğan Kitap, İstanbul, 2004
Yağız, Süleyman, Ecevit Hep Haklı Çıktı, Fast Yayıncılık, İstanbul, 2002